Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Germinal çevresinde



Toplam oy: 1107
Emile Zola
Can Yayınları

Zaman zaman duyuyoruz, romanın güncel tanımları ile uyuşmayan bir büyük yapıttan söz açtığınızda, “Ama o klasik…” diye başlayan ve çoğunlukla tamamlanmayan savunmalar, söz konusu yapıtları “konu dışı” tutmalar, onları adeta kitaplığın üst raflarında tozlu uzun bir sessizliğe gömmeler… Pek sık rastlanır durumlar oldu. Neden acaba? Buna karşılık, yine bir klasik, iyi bir edebiyat okurunu bugün de mutlu ediyor. Yine de bunu kendi adıma söylemiş olayım: Bugün yazılmış ortalama uzunlukta bir yapıtı sıkıntı içinde okurken devasa Savaş ve Barış’ı gözümü kırpmadan okumamın nedeni ne olabilir? 

 

Geçenlerde bir arkadaşımla konuşuyordum. Arkadaşım, bugün artık edebiyatta uzun tasvirlere, bitmek bilmeyen ayrıntılara yer olmadığını söyledi. Okur artık konu neyse ona bir an önce girilmesini istiyor, diye ekledi. Bu gözlem yerinde olabilir kuşkusuz. Bugünün çoksatar’larına baktığınız zaman –çoksatar okuru olmadığım için, bu yargıları düşünmek bana eğlenceli bile geliyor; bazen bir kitabı okumamak size o kitap hakkında düşünme hakkı da veriyor, gerçekten böyle- bu kitapların boyutlarının da azımsanamayacağını görüyorsunuz. Peki, günümüz okurunun genel eğilimlerine göre yazıldıklarını düşünürsek, bu uzun kitaplar acaba –uzun tasvir ve ayrıntıları dışladıklarını düşünüyoruz- ne anlatıyor?

 

Bana kalırsa, okurun eğilimleri ile ilgili gözlemler -parlak görünse de- pek doğru değil. Daha doğrusu, okurun bu şekilde genel yargılara yol açacak, açabilecek eğilimleri yok. On dokuzuncu yüzyılın kimi çoksatar’ları bugün klasik. Sözgelimi bir Üç Silahşörler’in uzun tasvir ve bitmek bilmez ayrıntılara girdiğini söyleyebilir miyiz? Dostoyevski’nin kimi kitapları fazlalıktan ve sıkıcı ayrıntıdan bütünüyle uzaktadır. Bana öyle geliyor ki, bu tür sınıflandırma ve kestirimlerle klasikleri devre dışı bırakmak olanaksız. Bugünün “sıkı” edebiyat yazarlarının bu anlamda klasikleri de birer ölçüt olarak değerlendirmeleri kaçınılmaz. 

 

Germinal’i yeniden okuyunca düşündüm bunları. Zola, işçi sınıfının yaşam koşullarını ve sınıf mücadelesini anlattığı bu romanı 1885 yılında yazmış. Avrupa’da Enternasyonal’in büyük heyecanla örgütlenmeye başladığı yıllarda. Germinal, kahramanları aracılığıyla hem olayların geçtiği madenci kasabasını hem de hızla yayılan sosyalist düşünceleri tartışıyor. Zavallı Etienne, işçi liderliğine soyunduğunda deneyimi öyle yetersiz, bilgisi öyle sınırlıdır ki, bir yandan duygularıyla savaşmakta -ve o görkemli Maheu’nun güzel ve çelimsiz kızı Catherine’e bir türlü açılamamakta- bir yandan da olup bitenleri zihninde tartışıp durmaktadır. Catherine’in güvenilmez Chaval’le birlikte olması, Jeanlin’in, “mademki bizden çaldıklarını geri alıyorum, hırsızlık sayılmaz,” diyerek işverenlerin mülklerine gizlice girip çıkması karşısında ne söyleyeceğini bilememektedir. Fakat Etienne’in kişiliğinde zaten yeni yeni ayakta durmaya çalışan sosyalizmi okumaya başlamışızdır; Zola, bütün bu sorunları onun önüne koyarken elbette kendi gözlemlerini de aktarmış olur. 

 

Germinal, çağının teknik olanaklarından sonuna dek yararlanılarak yazılmış bir roman. Olayların anlatılmaya başlanması ve kapanış için ilk ve son cümleleri alıntılayacağım:

 

“Yıldızsız gecenin zifiri karanlığına gömülmüş dümdüz ovada bir adam, pancar tarlalarının arasından geçerek dosdoğru Marchiennes’den Montsou’ya uzanan on kilometrelik anayolda tek başına yürüyordu.” 

 

“İnsanlar bitiyordu topraktan; karıkların arasında ağır ağır filizlenen, gelecek yüzyılın hasadı için boy atan ve yakında toprağı çatlatacak olan, intikamcı, kapkara bir ordu yetişiyordu.”

 

Roman, birbirinden güzel ve kesinlikle atlanmaması gereken “tasvir” cümleleriyle başlıyor ve yine aynı güzellikte, olayların yükünün verdiği coşkuyla yazılmış tasvir cümleleriyle bitiyor. Fakat bugün küçümsenen giriş-gelişme-sonuç şablonu insanı hiç de rahatsız etmiyor. Germinal, görsel zenginliğiyle, sahnelerin işlenişiyle, sağlam karakterleriyle neden unutulmaz bir yapıt olduğunu da gösteriyor. 

 

Gide, pek severmiş Germinal’i, Fransız edebiyatının en güzel yapıtlarından biri olduğunu düşünürmüş. Haksız değil. 

 

Zola’nın yapıtını okurken işçi sınıfının Avrupa’da verdiği büyük, kanlı mücadeleyi düşündüm. Bugün imrenerek baktığımız Avrupa’nın kurulabilmesi için nasıl bir boğazlaşmanın yaşandığını… İki olayı vurgulamak gerekiyor galiba, burada; birincisi, laik toplumsal düzen, ikincisi toplumsal adalet… İkisi için de kan gövdeyi götürmüştü. Ve tabii kadın haklarının elde edilmesi de aynı sıkı kavgayı gerektirmişti. Bilmem, bizimle ilgili olarak ne düşündürüyor bu size?      

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.