İnsanoğlu tarafından “yeterince” yalnız bırakılırsanız, bir müddet sonra otların sesini duymaya başlamanız ihtimaldir. Bir ot, diğer türdeşi ile yan yana geldiğinde hangi derde deva olacağını fısıldar mesela. Bir başka ot ise bir bakarsınız sizi çepeçevre sarmalamış, dünyanın geri kalanından saklıyor. Boşuna değildir bazı şairlerin belli yaşanmışlıkların ve kafi miktarda kırgınlıkların ardından kendini doğaya teslim etmesi. Boşuna değildir şiirin nice hastalıklara şifa olması. Boşuna değildir Ortaçağ kalelerinde dolaşırken yanmış insan cesedi kokusunun ve ölü çocuk haykırmalarının bugün bile duyulabilmesi. Reha Çamuroğlu’nun son romanı Nazar, sizi 16. yüzyılın sisli sokaklarına, kuytu ormanlarına davet ediyor. Cadı olmakla suçlanan ve diri diri yakılan bir kadının “ilahi adalet” ile son bulan hikayesi, kadına yönelik şiddetin, güçsüze mezalimin kara kaplı defterinden hiç değilse bir isim silmeyi umuyor belki de.
Zulüm gören kadınlara ithaf edilen bir kitaptan bahsediyorum. Bir erkek yazarın, bir kadın karakterin ruh derinliklerine inerken kimi zaman ayağının tökezleyişini, kimi zaman da Ortaçağ ve Engizisyon dönemi üzerine yapılmış iyi bir araştırmanın roman kurgusunda harmanlanışını söylüyorum. Sahi ne zaman başladı insanoğlunun kendi türüne şiddeti? Kendi kanının kokusunu duyduğunda, evinde hisseden hangimiz? Tarih öncesinden kalma bir mirası devralmış gibi öldürüyor insanlar birbirlerini. İlk katilden bu yana, büyük zalimler gördü dünya. Antik Çağ’ın adak törenlerinden, Ortaçağ'ın Engizisyon Mahkemeleri'ne, 20. yüzyılda dünya savaşlarının soykırım mimarlarından şimdinin perakende ölüm dağıtıcılarına dek, insan Azrail’in sudaki aksi olma görevinde epey yol kat etti.
(Görsel çalışma: Hollanda Atasözleri/Pieter Brugel)
Şiddet, biraz psikanalitik yaklaştığımızda egonun onarılamayacak şekilde yerle bir olduğu anla baş etme şekli olarak karşımıza çıkıyor. Acı duyan bedenin karşısında zihin ölümcül bir yara alıyor. Daha kendi bedenine hükmetmekten aciz bir zihin, başkalarının bedeninde ölümü prova ediyor, defalarca. Kontrol edemediği bir acı alanından çıkıp, dozunu ayarlayabildiği bir şiddet alanına giriyor. Başına gelmesinden korktuğu kadar canını yakıyor karşısındakinin. Olası bir yer değiştirmede, çekeceği muhtemel acıya bütün duyuları ile tanıklık etmek istiyor. Batan geminin içinde olmadığına dua eden bir kıyı sakini gibi, empati, antipati ve sempati boyutlarında allak bullak oluyor. Böyle baktığımızda da şiddeti neden “daha çok” erkeklerin uyguladığı da açıklığa kavuşuyor: Zira kadınların acı eşiğinin yüksek olması ve kadının acı ile kavga değil, baş etmeye programlanması ona kendini “daha az” yenilmiş hissettiriyor. Kadınlar için kol kırılıp yen içinde kalırken, erkekler için bu sözü şöyle söyleyebiliyoruz: “Kol kırılır ve çok acır.” Başka bir bedende acıya söz geçirmenin tadına varan kişi, yeni bir dünya kurmuş sayıyor kendini. Etrafındaki herkesin kendisinden korktuğu ve dolayısıyla acı çekme ihtimalinin de en aza indirgendiği bir dünya.
Hür muhafazakar Çamuroğlu
Reha Çamuroğlu, son romanı Nazar aracılığıyla okura “Ortaçağdan bu yana fazla uzağa gidememişiz.” dedirtmek istiyor belli ki. Bugün muhafazakar toplum yetiştirmeye çalışanlara, “dogmacı erk”e söyleyecek bir sözü var Çamuroğlu’nun. Belki de vakti zamanında yazdıklarının pişmanlığını, Katolik bir gelenek aracılığıyla, günah çıkararak paylaşıyor. Ancak Nazar, beni bir kez daha Proust ve Lacan arasında bırakan bir kitap. Bu da, bir yazarın, metninden bağımsız ele alınıp alınamayacağını sorgulamama sebep oluyor. Size bu kitaptan bahsederken Reha Çamuroğlu’nun siyasi yolculuğunu ve bu yolculukta “çeşitlilik”ten yana tavır aldığını, duruş skalasını ne kadar geniş tuttuğunu, onu son yirmi yıl içerisinde birbirinden çok uzak siyasi yapılanmaların içerisinde görebildiğimizi anlatmalı mıyım, bilemiyorum. Sonunda kendini “hürriyetçi muhafazakar” ya da “millici” olarak tanımlayan Çamuroğlu’nun “Camiye gitmem ama ezan sesleri olmayan bir dünya istemem.” gibi sözleri onun herhangi bir metnini okurken aklımda dolanıyor. Lacan haklı; yazar, metninden ayrı düşünülemiyor. Yine de bir roman olarak Avrupa’da da şansı olabileceğini düşünüyorum Nazar’ın. Edebi gücünden çok, doğru tarihsel bilgiyi paylaşması açısından önemli. Zaten tarihi roman yazarken her ikisini bir araya getirebilmek de az şey değil. Kitabın kötü adamı, “cadı” avından önce bütün hazırlıklarını tamamlamış:
(Görsel çalışma: Greg Chapman)
“Sauer’in muhafızları neşesiz ve isteksizdi. Savaşçı görünümleriyle çevrelerinde dehşet ürpertileri yaratan bu adamlar, işin tuhafı, asla gerçek bir savaş görmemiş, katılmamışlardı. Üzerlerinde her türlü bölgesel plaka zırhlar, başlarında süslü miğferler, ince kılıçlar, baltalı mızraklar, hançerler, arbaletler, savaş çekiçleri gibi bin türlü savaş edevatı taşımalarına karşın, yarattıkları dehşetle orantısız bir istek taşırlardı. Onları vahşileştirebilecek, gözlerini karartmalarını sağlayabilecek tek bir şey vardı; görevlerinin kanlı sonucundan sonra elde edecekleri altın. Bu altının miktarı görevlerini ve şerefsiz varoluşlarını, bir an için unutabilmelerini sağlayacak tek etkendi. Görev biter, altın alınır ve artık her neredeyseler, oranın meyhane ve kerhanelerine gidilir, şarap ve kadın bedenlerinin içinde ümitsiz bir unutma arayışına girilirdi.”
Batının Doğu’ya ve Doğu halklarına bakışını, Ortaçağ'a dair kılık kıyafetten tutun da gelenek göreneklere kadar pek çok ayrıntıyı bulabileceğiniz Nazar, bugünün toplumunda kadın başta olmak üzere “güçsüz”e karşı şiddetin masalsı bir anlatısı. Ana karakter Margarita’nın çok daha derinlerine inmeyi, -yazar bir tarihçi olduğu için- çok daha fazla tasvire boğulmayı isterdim. Ancak bu anlamda ekonomik davranmış Çamuroğlu. Ben yine de bu önemli akademisyenin kaleminden, başka bir romanda, Anadolu’nun Müslümanlaştırılması sürecinde bilge bir şaman kadınının başına neler geldiğini okumak isterim. Belki de okur, Nazar’ın izlerini başka coğrafyalarda takip etmeye devam edecektir.
Yeni yorum gönder