Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hafif kafiyeli saykodelik düzyazılar



Toplam oy: 1720
Pisliğe gömülmüş, sıradan ve hayli gürültülü bir kentte karşıdan gelecek yumrukları hesaplamaya koyulan boksörler gibiyiz.

Kitabın adı ilginç, onu en tepeye not etmek lazım. Adı kadar ilginç olansa Giray Kemer’in ringin içine doldurduğu yaşam. İkinci not: Çıktığınız ring sizi memnun etmese de orada elden geleni yapmalı ve karşınızdakini yenmelisiniz. Oyalanıp vakit kaybettiğince kombine yumrukları yersiniz. Gerçek ve acı.

 

Üçüncü not: Birinin duvara özenle yapıştırdığı Ahu Tuba posterine dokunmayacaksınız, bir de gururuna. Baver’e “Ayten” deyip durursanız adamı hasta edersiniz.

 

Şimdi diyeceksiniz ki edilen bu kadar lafın birbiriyle ne ilgisi var? Kemer, bir şehrin farklı noktalarından merkeze doğru yola çıkmış birçok insanın yürüyüşüne benzer şekilde ilerliyor. Boksör bakî, şehir sabit. Ring gibi bizi sarıp sarmalamış şehir ve hayatın o sıkıcı akışında, bazen yokuş aşağı bazen yokuş yukarı yuvarlanıp gidiyoruz. Ağzımızı korkmadan bozup yumruk sallayabileceğimiz uygun bir an’ı kollar gibi usul usul adım atıyoruz.

 

Salatanın zeytinyağını ayarlamaya uğraşanlar mı dersiniz yoksa kulağımıza çalınan müzikler mi ya da sarhoş iki erkeğin romantik futbol konuşmaları mı? Hepsi bu yolun yolcusu.

 

 

Ankara sokaklarında gezinirken boks salonunun önünden geçip bir eylemin orta yerinde de buluyoruz kendimizi zar sallarken de. Zar sallamak demişken tesadüflerin veya şansın üstüne fazla gitmeyeceksin, bu da dördüncü not. Bir şeyi öğrenmek veya çözmeye uğraşmak her zaman işe yaramıyor; karşındaki panoda yazanların altını fazla eşelemeyeceksin. Ara sıra da ‘arkadaşın arkadaşı’ deyip geçiştireceksin.

 

Yeterince dayak yememiş, salondan kovulmuş, oradan oraya sürüklenen boksör, ayaklarının götürdüğü her sokakta ya da sanatını icra ettiği barlarda kafasında binbir düşünceyle kendini pek de bilmez bir halde. Ama bildiği şey, gardın düşmemesi gerektiği. Onu biraz olsun diri tutan bu. Aslında yürüdüğü sokakların adı belli belirsiz, bu yüzden isimler uyduruyor: “İş bulmak için endişelenmek zorunda değilsin sokağı.” “Göğe bakma durağı”nın orada, “El ele yürümek yasaktır pastanesi”nin yanı başında, “Hiçbirinizi özlemedim bulvarı”nda. Bu arada o taraflardayken “hafif kafiyeli saykodelik düzyazılar” yazıyor. Çünkü belli bir disipline bağlı kalamıyor.

 

Kroşeler, eskivler, paratlar, direkler; kaçış, savunma ve saldırının hepsi bu “disiplinsizliğe” dahil. Çoğu zaman “boksun hayatın metaforu olduğunu” anlatmak isteyip vazgeçiyor. Kırık bir kol ve terk ediliş gibi. Boksör, dünyanın o kadar güzel bir yer olmadığını baştan kabullenince zaten her şey biraz daha kolaylaşıyor.

 

Mevzu, adımı sağlam atmak ve yere aynı sağlamlıkta basmak. İş, gölge boksuna dönünce adım olayı daha önemli oluyor. Kulağında eski taktiklerle bir başına kalan boksör, devrilmeden kendisiyle dövüşüyor. Terk edilmiş ve vakti zamanında kolu kırılmış gibi. Gerçek ve acı…

 

Salladığın zar gelir veya gelmez, bu şans işi. Fakat gard hiç düşmeyecek. En baba taktik de en has öğüt de en önemli not da bu.

 

Giray Kemer, düz ve olduğu gibi bir anlatım yolunu seçmişken çağrışımlara kapıyı da kapatmıyor. Sorunlarını çözemeyen, onların üstüne boks, müzik, şiir ve serserilikle giden, hatta sıkıntılarını böyle örten bir kahramanın peşine düşüyoruz.

 

Bütün bunlar, Giray Kemer’in bizi ittiği ringde bizi oradan oraya savuruyor. Pisliğe gömülmüş, sıradan ve hayli gürültülü bir kentte karşıdan gelecek yumrukları hesaplamaya koyulan boksörler gibiyiz. Belki de pazı sarmasını mideye gömen boksörün dediğine benzer biçimde bunların hepsi birer metafordur, kim bilir…

 


 

* Görsel: Lauren Sleat

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.