Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Her şey birdenbire oldu



Toplam oy: 1645
Tom Perrotta
Siren Yayınları
Fantastik olanla ilgilenmeyen, bizim gerçekçi hayatımızın daha fantastik olduğunu göstermeye çalışan, cesur bir roman.

Saklambaç oynamanın zevki arayıp bulmaya çalışmakta mıdır, yoksa saklanmakta mı? Artık, Freud bizi ikna etse de etmese de, çocukluğumuzda oynadığımız oyunların kişiliğimizle ilgili çok şey ifade ettiğini biliyoruz. Freud, Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinde meşhur bir anekdotu aktarıyordu; sürekli oyuncaklarını kaybedip sonra yeniden bulan çocuğun öyküsü, haz ilkesinin nasıl çalıştığını göstermek açısından önemli bir örnekti ve gözden kaybolmak/kaybetmek ile yeniden ortaya çıkmak/bulmak arasındaki alışverişe değiniyordu. Diğer yandan, şu hayatın en büyük belirsizliğinin ölüm olduğunu düşünürsek, asla yeniden ortaya çıkmayacak, tekrar bulunmayacak kayıpların öykülerini anlatmaktan bıkmayacağımız da aşikar.

 

11 Eylül sonrasında Amerika’da verilen eserlere baktığımızda, kıyamet fantezilerinin bir akıma dönüştüğünü görüyoruz. Romanlar, çizgi romanlar, diziler ve filmlerle yaratılan benzer kurgular, elbette 11 Eylül’den önce de vardı, ancak ticari olarak ön plana çıkmaları ve büyük bütçelerin ayrılması, öykülerin birbirine büyük ölçüde benzemeye başlaması bize önemli bir gerçeği gösteriyor: Bu filmleri, dizileri izleyip kitapları okuyan bizler, felaket senaryolarından haz alıyoruz. Kaybeder gibi yapıp tekrar buluyoruz. Dünya yok olsa bile hâlâ insani birtakım değerleri korumayı becerdiğimizi düşünüp kendi erdemlerimizi keşfetmek için kıyametin fantezisini kuruyoruz. Tom Perrotta’nın bugünlerde bir televizyon dizisine dönüşen romanı Kalanlar da, bu örneklerden biri.

 

 

Bir 14 Ekim günü, dünya nüfusunun önemli bir bölümü birdenbire ortadan kaybolmuştur. Bizim öykümüz de bu olaydan üç yıl sonra, küçük bir Amerikan kasabasında başlıyor. Eski bir iş adamı olan Kevin’e önemli bir görev verilmiş. Oğlu Tom, evi terk edip bir tarikat liderinin peşine takılmış. Kızı Jill, eski başarılı öğrencilik günlerinden oldukça uzaklaşmış ve eşi Laurie de evden ayrılıp kendilerine “Geride Kalan Günahkârlar” diyen ilginç bir komüne katılmış. Kısacası, son yıllarda Amerikan kurgularında en sık karşılaştığımız unsurlardan biri olan “parçalanmış aile” tablosu çıkmış ortaya. Anlaşılacağı gibi bu parçalanmanın nedeni, tamamen doğaüstü bir olay. Nedenini, nasılını hiç kimsenin bilmediği bir kayboluşun, geride kalan insanlara neler bıraktığını, bu dünyada yaşamaya devam etme lanetiyle yüzleşenlerin bu durumla nasıl başa çıktığını anlatıyor Perrotta.

 

Romandaki karakterleri, yas ve melankoliyle başa çıkmalarındaki farklılıklarla değerlendirebiliriz. Bir yanda, bize tanıdık olmayan bu doğaüstü felaketi normalleştirmeye çalışıp periyodik olarak anmak ve belli günlerde yas tutmak isteyenler, diğer yanda da beyazlar içinde hayaletler gibi dolaşıp yakınlarını kaybedenlere musallat olanların oluşturduğu Geride Kalan Günahkârlar cemaati var. Bu iki grup arasındaki gerilim, kitabın başlangıçta yarattığı gizemin sürmesini sağlıyor.

 

Romanın başka bir klişesi de, her şeyin birdenbire olmasından kaynaklanıyor. Tıpkı Stephen King’in Kubbenin Altında romanında ve Robert J. Sawyer’ın Flashforward’ında olduğu gibi, söz konusu doğaüstü olay bir anda gerçekleşiyor. Ancak bu iki örnekte, bir bilimkurgudan beklenileceği üzere, doğaüstü olayın neden, nasıl olduğu araştırılıyor ve çözülmeye çalışılıyordu. Halbuki Tom Perrotta’nın romanında böyle bir izlekle karşılaşmıyoruz. O, daha çok bu durumu okur olarak kabullenmemizi ve fazla sorgulamamamızı istiyor. Bu nedenle bir bilimkurgu ya da tam anlamıyla bir fantastik kurgu okumayacak kitabı eline alanlar. Daha ziyade bir aile draması bu. 11 Eylül’den sonra yazılmış bir eser olduğunu unutmadan okuyacağımız, fantastik olanla ilgilenmeyen, bizim gerçekçi hayatımızın daha fantastik olduğunu göstermeye çalışan, cesur bir roman. Başkası olsa, büyük bir ihtimalle, insanların kayboluşunu uzaylılara, dini bir mitolojiye ya da derin devlet komplolarına bağlayıp bu fikri bir macera romanına dönüştürürdü. Perrotta ise belli ki, bizi soluksuz bırakacak bir öykü anlatma derdinde değil. İşin ilginci, az önce bahsettiğimiz, konunun her zaman doğaüstü yanıyla daha ilgili olan Stephen King, bu romanı oldukça övmüş.

 

Gelin, oyuna nokta koyalım

 

Yukarıda verdiğimiz iki örneğin, hem Kubbenin Altında’nın hem de Flashforward’ın televizyona uyarlandığına dikkat çekmek gerekir. Ünlü Lost dizisinden beri her şeyin birdenbire olmasıyla başlayan diziler kervanına, Tom Perrotta’nın Kalanlar’ının da katılmasına şaşmamak gerekiyor. Üstüne üstlük, Lost’un yaratıcılarından olan Damon Lindelof’un da imza attığı dizi (Leftovers), kitabın Türkçe çevirisiyle aynı anda çıktı karşımıza. Ben bu satırları yazdığım sırada ilk iki bölümü oynamıştı ve bir-iki ayrıntı dışında romana sadık kalındığı belli oluyordu. Öte yandan, Lost gibi çok uzun soluklu bir yapım ya da bahsi geçen diğer dizilerdeki gibi bilimkurgu yanı ağır basan bir öykü beklememekte fayda var.

 

Bir macera romanı gibi ilerlemese de, açıkça söylemek gerekirse, kitabın ilk 160 sayfasını tek oturuşta okuduğumda fark ettim ki, aslında yazar kalkıştığı cesur işin hakkını vermiş. Romanın finalinde ne olacağını hayal ederek okumanın zevki ayrıdır. Böyle bir romanın final perdesi sürprizle kapanmalıydı ve yazar da bunu bizden esirgemiyor. Hatta bu hikaye için oldukça anlamlı bir son olduğunu da tartışmak mümkün. Birdenbire başlayan öykü, yine birdenbire bitiyor.

 

Kalanlar, Amerikan okuruna çekirdek ailenin ne demek olduğunu hatırlatan, duygusal, hatta melodramatik bir metin olduğu gibi, romanın muhafazakar bir bakışla yazıldığını da iddia etmek mümkün.

 

En başta da bahsettiğimiz gibi, yazar Tom Perrotta da bize, daha doğrusu 11 Eylül sonrası Amerikan toplumuna, gelin oyuna nokta koyalım diyor. Kaybettiklerimizi asla bulamadığımız bir saklambaç bu. Gönülsüzce çıkılmış bir yolculuk gibi tıpkı. “Kalan sağlar bizimdir,” diyor adeta. Romanın finaline yerleştirdiği sürprizi iyimserlik olarak yorumlama hakkını bize bıraktığı gibi, bu kıyamet öncesi mi sonrası mı tartışılır olan öyküyü, “bindik bir alamete” şeklinde yorumlama seçeneğini de bırakıyor sanki.

 

 

 


 

 

*Görsel: Furkan Birgün

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.