Saklambaç oynamanın zevki arayıp bulmaya çalışmakta mıdır, yoksa saklanmakta mı? Artık, Freud bizi ikna etse de etmese de, çocukluğumuzda oynadığımız oyunların kişiliğimizle ilgili çok şey ifade ettiğini biliyoruz. Freud, Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinde meşhur bir anekdotu aktarıyordu; sürekli oyuncaklarını kaybedip sonra yeniden bulan çocuğun öyküsü, haz ilkesinin nasıl çalıştığını göstermek açısından önemli bir örnekti ve gözden kaybolmak/kaybetmek ile yeniden ortaya çıkmak/bulmak arasındaki alışverişe değiniyordu. Diğer yandan, şu hayatın en büyük belirsizliğinin ölüm olduğunu düşünürsek, asla yeniden ortaya çıkmayacak, tekrar bulunmayacak kayıpların öykülerini anlatmaktan bıkmayacağımız da aşikar.
11 Eylül sonrasında Amerika’da verilen eserlere baktığımızda, kıyamet fantezilerinin bir akıma dönüştüğünü görüyoruz. Romanlar, çizgi romanlar, diziler ve filmlerle yaratılan benzer kurgular, elbette 11 Eylül’den önce de vardı, ancak ticari olarak ön plana çıkmaları ve büyük bütçelerin ayrılması, öykülerin birbirine büyük ölçüde benzemeye başlaması bize önemli bir gerçeği gösteriyor: Bu filmleri, dizileri izleyip kitapları okuyan bizler, felaket senaryolarından haz alıyoruz. Kaybeder gibi yapıp tekrar buluyoruz. Dünya yok olsa bile hâlâ insani birtakım değerleri korumayı becerdiğimizi düşünüp kendi erdemlerimizi keşfetmek için kıyametin fantezisini kuruyoruz. Tom Perrotta’nın bugünlerde bir televizyon dizisine dönüşen romanı Kalanlar da, bu örneklerden biri.
Bir 14 Ekim günü, dünya nüfusunun önemli bir bölümü birdenbire ortadan kaybolmuştur. Bizim öykümüz de bu olaydan üç yıl sonra, küçük bir Amerikan kasabasında başlıyor. Eski bir iş adamı olan Kevin’e önemli bir görev verilmiş. Oğlu Tom, evi terk edip bir tarikat liderinin peşine takılmış. Kızı Jill, eski başarılı öğrencilik günlerinden oldukça uzaklaşmış ve eşi Laurie de evden ayrılıp kendilerine “Geride Kalan Günahkârlar” diyen ilginç bir komüne katılmış. Kısacası, son yıllarda Amerikan kurgularında en sık karşılaştığımız unsurlardan biri olan “parçalanmış aile” tablosu çıkmış ortaya. Anlaşılacağı gibi bu parçalanmanın nedeni, tamamen doğaüstü bir olay. Nedenini, nasılını hiç kimsenin bilmediği bir kayboluşun, geride kalan insanlara neler bıraktığını, bu dünyada yaşamaya devam etme lanetiyle yüzleşenlerin bu durumla nasıl başa çıktığını anlatıyor Perrotta.
Romandaki karakterleri, yas ve melankoliyle başa çıkmalarındaki farklılıklarla değerlendirebiliriz. Bir yanda, bize tanıdık olmayan bu doğaüstü felaketi normalleştirmeye çalışıp periyodik olarak anmak ve belli günlerde yas tutmak isteyenler, diğer yanda da beyazlar içinde hayaletler gibi dolaşıp yakınlarını kaybedenlere musallat olanların oluşturduğu Geride Kalan Günahkârlar cemaati var. Bu iki grup arasındaki gerilim, kitabın başlangıçta yarattığı gizemin sürmesini sağlıyor.
Romanın başka bir klişesi de, her şeyin birdenbire olmasından kaynaklanıyor. Tıpkı Stephen King’in Kubbenin Altında romanında ve Robert J. Sawyer’ın Flashforward’ında olduğu gibi, söz konusu doğaüstü olay bir anda gerçekleşiyor. Ancak bu iki örnekte, bir bilimkurgudan beklenileceği üzere, doğaüstü olayın neden, nasıl olduğu araştırılıyor ve çözülmeye çalışılıyordu. Halbuki Tom Perrotta’nın romanında böyle bir izlekle karşılaşmıyoruz. O, daha çok bu durumu okur olarak kabullenmemizi ve fazla sorgulamamamızı istiyor. Bu nedenle bir bilimkurgu ya da tam anlamıyla bir fantastik kurgu okumayacak kitabı eline alanlar. Daha ziyade bir aile draması bu. 11 Eylül’den sonra yazılmış bir eser olduğunu unutmadan okuyacağımız, fantastik olanla ilgilenmeyen, bizim gerçekçi hayatımızın daha fantastik olduğunu göstermeye çalışan, cesur bir roman. Başkası olsa, büyük bir ihtimalle, insanların kayboluşunu uzaylılara, dini bir mitolojiye ya da derin devlet komplolarına bağlayıp bu fikri bir macera romanına dönüştürürdü. Perrotta ise belli ki, bizi soluksuz bırakacak bir öykü anlatma derdinde değil. İşin ilginci, az önce bahsettiğimiz, konunun her zaman doğaüstü yanıyla daha ilgili olan Stephen King, bu romanı oldukça övmüş.
Gelin, oyuna nokta koyalım
Yukarıda verdiğimiz iki örneğin, hem Kubbenin Altında’nın hem de Flashforward’ın televizyona uyarlandığına dikkat çekmek gerekir. Ünlü Lost dizisinden beri her şeyin birdenbire olmasıyla başlayan diziler kervanına, Tom Perrotta’nın Kalanlar’ının da katılmasına şaşmamak gerekiyor. Üstüne üstlük, Lost’un yaratıcılarından olan Damon Lindelof’un da imza attığı dizi (Leftovers), kitabın Türkçe çevirisiyle aynı anda çıktı karşımıza. Ben bu satırları yazdığım sırada ilk iki bölümü oynamıştı ve bir-iki ayrıntı dışında romana sadık kalındığı belli oluyordu. Öte yandan, Lost gibi çok uzun soluklu bir yapım ya da bahsi geçen diğer dizilerdeki gibi bilimkurgu yanı ağır basan bir öykü beklememekte fayda var.
Bir macera romanı gibi ilerlemese de, açıkça söylemek gerekirse, kitabın ilk 160 sayfasını tek oturuşta okuduğumda fark ettim ki, aslında yazar kalkıştığı cesur işin hakkını vermiş. Romanın finalinde ne olacağını hayal ederek okumanın zevki ayrıdır. Böyle bir romanın final perdesi sürprizle kapanmalıydı ve yazar da bunu bizden esirgemiyor. Hatta bu hikaye için oldukça anlamlı bir son olduğunu da tartışmak mümkün. Birdenbire başlayan öykü, yine birdenbire bitiyor.
Kalanlar, Amerikan okuruna çekirdek ailenin ne demek olduğunu hatırlatan, duygusal, hatta melodramatik bir metin olduğu gibi, romanın muhafazakar bir bakışla yazıldığını da iddia etmek mümkün.
En başta da bahsettiğimiz gibi, yazar Tom Perrotta da bize, daha doğrusu 11 Eylül sonrası Amerikan toplumuna, gelin oyuna nokta koyalım diyor. Kaybettiklerimizi asla bulamadığımız bir saklambaç bu. Gönülsüzce çıkılmış bir yolculuk gibi tıpkı. “Kalan sağlar bizimdir,” diyor adeta. Romanın finaline yerleştirdiği sürprizi iyimserlik olarak yorumlama hakkını bize bıraktığı gibi, bu kıyamet öncesi mi sonrası mı tartışılır olan öyküyü, “bindik bir alamete” şeklinde yorumlama seçeneğini de bırakıyor sanki.
*Görsel: Furkan Birgün
Yeni yorum gönder