"Tek bir karakter yoktur. İçinizde sonsuz sayıda ve değişen güçlerde sonsuz karakter vardır. Bunlar güçlerine, zamana ve mekana göre kendilerini gösterirler.” Hermann Hesse’ye ait bu cümle, karakterlerini yaratırken izlediği yolun bir özeti sanki. Hatta Hermann Hesse edebiyatının bir özeti...
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gerek savaş ortamının gerekse ruhsal sorunlarının etkisiyle ağır bir depresyona giren Hesse, Jung’un öğrencisi olan Lang’den psikanaliz tedavisi görüyor. Bu durum Hesse’nin hayatında bir kırılma noktasını oluşturuyor. Lang ile devam eden psikanaliz süreci, Hesse’nin psikolojiye ve Jung’a duyduğu ilgiyi epey körüklüyor. Ve artık Hesse’nin yapıtlarında “Jungian” bir bakış görmeye başlıyoruz.
Hesse, 1919 yılında evliliğiyle ilgili ciddi sorunlar yaşamaya başlıyor. Eşi Mia (Maria) ağır bir psikolojik hastalık geçiriyor, Hesse ise, eşi artık iyileşse bile onunla bir ilişki kurmak istemiyordu. Bu hastalık sürecinde maddi anlamda da kayıplar yaşıyordu. Bu süreçte Bern’deki evlerini satmak ve üç çocuğunu başka arkadaşlarının yanına vermek zorunda kalmışlardı. Ailesini bırakmasının vermiş olduğu deneyim ve ağır yük, Hesse’yi 1920 yılında yayımlanan Klein ve Wagner adlı eserini yazmaya yönlendirmişti.
Hesse, bu eserinde kendi kendini kaybeden ve kendisinden başka bir adam yaratarak –yani aslında başka biri olarak– hayata devam etmeye çalışan bir adamın öyküsünü anlatıyor. İyi bir evlilik yapmış bir aile babası olan Klein, kendini birdenbire karısı ve üç çocuğunun ölümü ile sonuçlanan hayali bir cinayetin yükü altında buluyor. Cebinde sahte bir pasaport, bir tabanca ve bir miktar parayla artık kendisine yeni bir hayat inşa etmeye çalışıyor. Klein bu süreçte yitirmiş olduğu belleğini Wagner ismindeki bir karakterle yeniden yapılandırmaya ve tüm yaşananların bir rüya olduğuna dair kendisini inandırmaya çalışıyor.
Hesse’nin çoğu eserinde (örneğin Demian’da, Doğu Yolculuğu’nda ya da Bozkırkurdu’nda olduğu gibi Klein ve Wagner’de de otobiyografik özelliklere rastlıyoruz. Bu anlatıyı kaleme alırken Hesse’nin yaşadığı ruhsal süreçler, ailevi sorunlar, kayıplar üstü örtük ve metaforlarla bezeli bir şekilde birer birer karşımızı çıkıyor. Hatta, zaman zaman düşsel sayıklamalara şahit oluyoruz. Hesse’nin bu kitabı yazdığı dönemde hem teorik hem de pratik anlamda “Jungian” psikanalizi deneyimlemesi bizlerin de bu anlatıyı okurken Jung’un geliştirdiği kavramlardan bağımsız bir okuma yapmamıza izin vermiyor.
İsviçreli psikanalist Carl Gustav Jung’un psikoloji dünyasına kazandırdığı önemli bir terim var: Arketip. Başlangıç modeli, yani ilk imge, ilk karakter ya da kalıp anlamına gelen bu terim, psikoloji literatüründe algılamamızı örgütleyen, bilinç içeriklerini düzenleyen, değiştiren ve geliştiren yapılar olarak tanımlanmaktadır. Arketipler, Jung'un ifadesiyle, kolektif bilinçaltının içerikleridir. Bir tür ilkel imajlar diyebileceğimiz arketipler, davranışlarımızı yönlendirir ve sanat eseri, mitoloji, masal ve efsane gibi kişisel veya kolektif üretimleri etkiler. Arketipler evrensel ve tarihsel olmalarına rağmen, bizim kendi bilinçaltımızın bir parçası olarak yer aldıklarında kişiselleşirler. Ayrıca Jung’a göre ruhsal bütünlüğümüzün görünmez ama ayrılmaz bir parçası olan “diğer yanımızı”, “karanlık kardeşimizi” sembolize eden gölge arketipi vardır. İşte Klein ve Wagner’deki karakterleri, özellikle bu gölge arketipi üzerinden okuyup anlamlandırabiliriz.
Gölge figürü edebiyatta sık görülen bir tema. Çünkü yazar, yaratıcı faaliyetlerinde ve konu seçimlerinde bilinç dışının derinliklerinden malzemesini çekip çıkarır; bunun karşılığında okuyucunun da bilinç dışını uyarır. Etkileyiciliğinin sırrı buradadır. Bilinç dışının imgeleri ve figürleri yazarın içinde yükselir ve güçlü mesajlarını, onları kendilerinden geçiren şeyin kaynağını bilmeyen diğer insanlara taşırlar. Gölge kendisini içsel ve sembolik bir figür içerisinde ya da dışsal dünyadan gelen somut bir figür içerisinde ifade edebilir. Birinci durumda, bilinç dışının malzemesi içinde, rüyayı görenin psişik özelliklerini kişileştirdiği bir veya birden çok rüya figürü şeklinde temsil edilir; ikinci durumda ise, bilinç dışı özelliklerimizden bir veya birden fazlasını çevremizde bulunan ve bu rolü üstlenmek için belirli yapısal özelliklere sahip olan kişilere yansıtırız. Onları bize ait özellikler olarak kabullenmeye gönüllü olduğumuzda, gölge özelliklerimizi yaygın ve kolay biçimde kendi içimizde algılarız; örneğin bir öfke patlaması yaşadığımızda, birden küfür etmeye ya da kaba davranmaya başladığımızda, istemediğimiz halde huzur bozucu davrandığımızda, örseleyici, rezil, korkak, kibirli veya vurdumduymaz olduğumuzda normal koşullarda dikkatli bir şekilde sakladığımız ve farkında olmadığımız, bastırdığımız özellikleri sergileriz. Karakterimizin bu özellikleri ortaya çıktığında artık onları göz ardı edemeyiz ve büyük bir şaşkınlık içinde kendimize sorarız; Bu nasıl mümkün olabildi? Gerçekten tüm bu özellikler, bu davranışlar bana mı ait? Bazen bir kurgunun içindeymişiz duygusuna kapılırız ve hatta bir yabancılaşma da hissedebiliriz. İşte Hesse de, anlatısında Klein’ın gölgesiyle sık sık karşılaşmamızı ve bu ikiliği görmemizi sağlıyor: “Doğrusu bunları yapan kişi olarak kendisini değil, bir başkasını, yabancı birini görüyordu gözlerinin önünde, adı Klein olan, ama kendisi olmayan birini. Bu kişiyi mektuplar yakarken, mektuplar yazarken görüyordu, bir restaurantta otururken görüyordu ayrıca. onu –hayır, yabancı biri değildi, kendisiydi bu, bizzat Friedrich Klein idi– geceleyin yatakta yatan bir çocuğun üzerine eğilirken görüyordu. Yo, yo, başkası değil, bu onun ta kendisiydi!”
Gölgelerin içine sızmak
Jung’a göre iki tür gölge vardır. Birincisi “kişisel gölge” diye tanımladığı, kişinin yaşamının başlangıcından itibaren yaşanmamış olarak kalan ya da sadece güç bela yaşanan ruhsal özellikleri içerir. İkincisi ise “kolektif gölge”dir. Bu kolektif bilinç dışının diğer figürleriyle birlikte yer alır. Yani kişinin ruhsallığında hüküm süren özelliklerin arkasını, onun gizli antitezini simgeler. Bu iki tür de insan ruhsallığında kol kola vermişlerdir. Klein ve Wagner isimli karakterlerin tam da bu iki tür gölgeyi temsil ettiğini düşünebiliriz: “Bir aynaya ilişti gözü ve unutmuş şeyi aynadaki yüzünden okudu. Evet, biliyordu. Eskiden kendisinde yoktu bu yüz, bu gözler sonra, bu kırışıklıklar, bu renkler. Yeni bir yüzdü, insanın aklını başından alan bu telaşlı tiyatro oyununda bir ara bir cama yansımış, o zaman da yine dikkatini çekmişti. Kendi yüzü değildi bu, kendisinin o iyi, o sessiz ve biraz sabırlı yüzü, Friedrich Klein yüzü değildi. Kurda kuşa yem birinin yüzü, yazgısının yeni işaretlerle damgaladığı bir yüzdü, eskisinden biraz daha kocamış, biraz daha genç bir yüz, maskemsi ama yine de acayip şekilde yanıp tutuşan bir yüz. (…) Bir zaman Wagner’e ilişkin düşündüğü ve söylediği şeyler yüreğinin değil, aklının bir dışavurumuydu.” Hermann Hesse, anlatısında zaman zaman akışkanlığı ve hızı azaltıp, usulca gölgelerin içine sızmamızı da sağlıyor. Elbette karakterlerin gölgeleri, yazarın ve okuyucuların gölgesine uzanan bir rotada bilinç akışıyla ilerliyor.
Kitabın arka kapağında yer alan “Klein ve Wagner anlatısını yazdığı dönemde Hermann Hesse, kendi özel yaşamında girdiği bunalımla C. G. Jung’a başvurmuş, bu kitapta, bilinçaltının işleyişine ilişkin dönemi için henüz yeni olan psikoloji bilgileriyle desteklediği bilimsel bir teknik kullanmayı denemiştir,” ifadesine ufak bir itiraz yapmak istiyorum. Hesse, yaşadığı bunalım döneminde Jung’a değil, yazının başında da belirttiğim gibi Jung’un öğrencisi olan J. B. Lang’e başvuruyor. Jung’un ise fikirlerinden hayatının sonuna kadar etkilenmeyi sürdürüyor elbette.
Kısacası Hermann Hesse, Klein ve Wagner anlatısında kayıpları, ikircikli duygu durumlarını, karanlık taraflarımızı, yabancılaşmayı, bellek ve belleksizliği varoluşsal çatışmalarımıza usul usul ilikliyor. Tüm bu zıtlık gibi görünen şeyleri bir bütünün içinde anlamdırmamızı sağlıyor.
Görsel: Alpay Aksayar
Yeni yorum gönder