Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hiç 'düşüncelerinizin altını kaldırdığınız' oldu mu?



Toplam oy: 1299
Cem Mumcu
Okuyan Us Yayın

 

Geçenlerde Idefix'te yeni çıkan kitapları tararken gözüme Cem Mumcu'nun “Kendine Bakma Kitabı” ilişti. İddialı, çok şeyler vaat eden bir kitap başlığı gibi geldi. Hele benim gibi yıllardır kendi dipsiz kuyusunun karanlıklarında yolunu bulmaya çalışan, içini biteviye kazan, bu kazılar sonucunda dönem dönem küçüklü büyüklü aydınlanmalar yaşayan bir amatör benlik arkeologu için fazlasıyla çekici bir başlık. Sitedeki sınırlı veri ile kitap hakkında daha fazla bilgi edinmeye çalıştım. Arka kapak yazısını okudum. Tahmin ettiğim gibi pek iddialıydı: “Korkumun kendisiydi korktuğum, kaçtığım şeyse kaçmanın kendisi. 'Aynadan kırık bir parça uzatsam okura, bakar mı acaba, eti kesilir mi?' demeyi de bıraktım. Kimisi eldiven taksın, kimi kanamayı denesin, kimi kaçıp kendinden kurtulsun.”

 

Bu kadar iddialı cümlelerden tedirgin olurum. Her türlü vaatte olduğu gibi, yazar çok şey vaat edince, vaat ettiklerinin gerçekten farkında mı diye düşünür insan ister istemez. İddialı, ama bir bozukluk da var Türkçesinde; “Kanamayı denemek” ne demek?  Neyse, epeyce tereddüt ettikten sonra merakıma yenildim. “Cem Mumcu ünlü bir psikiyatristimiz, herhalde sözünü tutacaktır, beni eldiven, kan ya da kaçma seçeneklerinden birisi ile baş başa bırakacaktır” diye düşündüm.

 

Kitap yukarıdaki cümleyi içeren bir paragraf ile başlıyor. Sonra hemen koyu yazılmış bir uyarı geliyor: “Dikkat: 18 yaşından büyükler için!” Vay canına! Heyecan artıyor. Herhalde neşter derine inecek, ortaya çok kan dökülecek olmalı ki, yazar böyle bir uyarıya gerek duymuş!  Fakat hemen ardından gelen cümleyle bir darbe alıyorum: “Hiç düşüncelerinizin altını kaldırdığınız olur mu?” Efendim? Sayın Mumcu'nun ne demek istediğini anlıyorum ama anlatılmak isteneni nasıl bu kadar kötü ifade edebildiğini anlayamıyorum. Düşüncelerimin altını kaldırmak!  Belki de vardır böyle bir şey.  Bir iki cümle devam ediyorum,  yine takılıyorum: “Düşünüp inandıklarınızın ne kadarının kendinizden başlayıp kendinizde bittiğini, ne kadarının şimdiki 'kendi'nize ve kendinizin ihtiyaçlarına karşılık geldiğini biliyor musunuz?” Acaba yazarımız “kendi” yazdıklarını hiç mi okumaz? Bir editör de mi yok? Ne demek “kendinizin ihtiyaçlarına”? 

 

Daha ilk sayfada bütün şevkim kırılıyor; o kadar para verdiğim kitaptan kaçıp kurtulmam gibi bir seçenek söz konusu olamaz; ya eldiven takıp okuyacağım, ya da kanamayı deneyeceğim. Yine de kendi kendime telkin ediyorum: “Bu kadar kolay harcayamazsın, sabırlı olmalısın. Yarısı Bay Mumcu'nun karalamalarından oluşsa da, 300 sayfalık bir kitap bu, mutlaka bir şeyler öğrenirsin” diyorum. “Aşk'a Dair Sorulara İlk Cevap” bölümüne geliyoruz, okuyoruz: “Çünkü onda, gördüğümden çok daha fazlasının, çok daha ötesinin olduğunu görmüştüm.” İlginç bir durum. Okuduğumdan beri düşünüyorum bu cümleyi nasıl açıklayabilirim, hâlâ bulamadım. Yine anlıyorum elbette, “hissettim” demek istiyor yazarımız, “Gördüğümden çok daha ötesinin olduğunu hissetmiştim” demek istiyor muhtemelen, ama onun yazdıklarını okuyarak değil de sürekli düzelterek bir kitap okunmaz ki!  

 

Bir sonraki bölümde iş çığırından çıkıyor: “Büyük olanın derin olduğunu nasıl unuttuk.” Nasıl yani? Her büyük şey derin midir aynı zamanda? “Bir taksinin gelmesini bekleyen sigara içen bir adamın karanlıktaki silüeti içimize çekemedik.” Bu noktada artık anlayamadığımdan daha ötesini anlayamayacağımı anlıyorum. Hatta bilemiyorum ki artık, ben mi yetersiz kalıyorum bu şairane dili anlamakta; bu cümlenin bir anlamı var mı? Öncekilerde yazarın ne demek istediğini anladığımı sanmıştım ama burada çaresizim. Acaba dizgi hatası ile “silüetini” olması gerekirken “silüeti” mi yazıldı? Artık kalan iki olasılığı teke indiriyorum, eldivenle de okumam mümkün olmayacak, yani bitirene kadar  (ben de bu şairene üslubu benimseyeyim) “aklım kanayacak”, umarım bittiğinde bir miktar kalır.

 

Biraz daha ilerleyince şöyle bir cümle okuyorum: “Geçen hafta sadece hazza dönük anlamsız bir özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu anlatmaya başlamıştım.” Yine “Efendim?” Geçen hafta? Ne geçen haftası? Yoksa, yoksa, bu yazılar daha önce bir yerlerde mi yayınlandı? Hani haftalık bir dergi, ya da ne bileyim gazete yazıları mı bunlar? Yok canım, herhalde değildir, öyle olsa herhalde koca kitapta bunu belirtecek bir yer bulurlardı diye düşünüyorum. O kanlı cümlelerin yer aldığı arka kapağa, “Cem Mumcu'nun X dergisinde veya Y gazetesinde yazdığı köşe yazılarından yaptığımız bir derleme” diye bir bilgi koyarlardı; ya da ne bileyim dördüncü sayfada Sayın Mumcu'nun “Yazı, şiir ve öykülerinin yayınlandığı bazı dergiler” başlığı altında onlarca dergiyi saymayı ihmal etmeyenler, potansiyel okurdan bu bilgiyi neden esirgesinler ki, diye düşünüyorum. 

 

Bu saflığım 159. sayfaya kadar devam ediyor: “Şimdi biraz beyinden bahsedelim Yazıya resmini de koydum ki daha iyi anlayalım.” Peki resim nerede? Hayır yanıldınız Sayın Okurlar! O kadar da değil artık, “Basarken unutmuşlardır” diye düşünecek kadar da saf ve iyi niyetli olamam. Bu, düpedüz bir köşe yazıları derlemesi. Evet, belki özenli bir editoryal çalışma olsa gözlerinden kaçmazdı, o resmi de eklerlerdi. Özensizlik ve dikkatsizlik o raddede ki; 3. baskı olduğu yazılan bu kitabın 280. sayfasındaki yarım sayfalık dizgi yanlışı hâlâ düzeltilmemiş. İlk 2 baskıyı alan kimse okumadı mı, okuyamadı mı yoksa? İşin bir başka, daha önemli boyutu var; en münasip biçimi ile sorarsak: Bir okur olarak kitabevinden alırken 22 TL, idefix fiyatı ile 18, 70 TL ödediğim bir kitabın, yazarın gazetedeki köşe yazılarından derlenmiş olduğunu bilme hakkım yok mudur?  Ya ben de Sayın Mumcu'nun bu kitapta gazete köşe yazarları hakkında yazdıklarına katılıyorsam ve asla gazete köşelerinde yayınlanmış yazılardan oluşan kitapları almayı düşünmüyorsam? Acaba aldatıldım mı? Sanki kitap işe yaradı gibi, Mumcu sürekli kendimize sorular sormamız öğütlüyordu, “Neden o marka arabayı kullandığını hiç sordun mu kendine?” gibi sorular. Evet kitap kesinlikle amacına ulaşıyor, soruyorum kendime “Acaba aldatıldım mı?”

 

Şimdi biraz da bu çok katmanlı kitabın alt metinlerini okumayı deneyelim. Sayın Mumcu'nun Nişantaşı'nda bir işyeri olduğunu biliyorum. Eğer okuyucu bu bilgiye haiz olmasa bile, kitabı okuduğu zaman rahatlıkla şu izlenimi edinebiliyor: Sayın Mumcu'nun bu ülkenin geneli düşünüldüğünde çok küçük bir azınlık diyebileceğimiz belirli bir sosyo-ekonomik gruba mensup danışanları (kaba deyişler olan müşteri ve hasta'dan kaçınıyoruz) bulunuyor. Bu danışanlarının da en önemli problemlerinin sağlıklı kadın-erkek ilişkileri kuramamaları olduğunu anlıyoruz. Mumcu, bu küçük azınlığın ilişkilerde bulamadıkları mutluluk için tüketime yöneldiğini de bildiğinden olacak, bu kitabı oluşturan gazete yazılarının yarısı onların bu önemli sorunu çevresinde dönüp dolaşıyor. Olabilir tabii, ama sorun şurada ki, danışanlarının homojenliği Sayın Mumcu'yu bu sorunun bütün toplumun sorunu olduğu sanısına saplamış. Aşk bitmiş, sevgi bitmiş, herkes bir gecelik ilişkiler yaşıyor, ülkenin en önemli ruhsal sorunu bu ve yazarımız onlara bir zamanlar var olan Altın Çağı ve onun değerlerini anımsatıyor! Bütün bunları anlatmaya çalışırken de sanırım adını koymadığı bir toplumsal, sosyo-ekonomik sistemden bahsediyor gibi.... Ama neydi o sistem, ben de anımsayamıyorum şimdi.

 

İkinci sorun kümemizi ise Internet oluşturuyor. Facebooklar, Twitterlar, buralarda kendisine benlik, kişilik oluşturmak arzusuyla yanıp kavrulan milyonlar milyarlar, yalnızlaşan insanlık, vs... Çok aşina olduğumuz, günlük gazete yorumları düzeyindeki “teknoloji” eleştirisi, değerlendirmeleri... Bu bölümlerin “düşüncesinin altını” kaldırdığımız zaman ise şunu görüyoruz: Sayın Mumcu Internet'te çok zaman geçiriyor. Bu gerçekten çok zararlı bir şey. Internet'te bu kadar zaman harcayan kim olursa olsun aklını yitirme noktasına gelir. Bir de buna TV'yi eklersek, iş iyice içinden çıkılmaz bir noktaya varabilir. Bu yoğun mesai, ulvi mesleki amaçlarla yapılıyor da olsa, insana biraz da “kendinizin” durumunu düşünün deme sorumluluğu taşıyoruz.

 

Son olarak, bence kitap 18 yaş altı için hiçbir sakınca içermemektedir, hatta en uygun hedef kitlesi 16-20 yaş gençliğidir. Bu gençliğin içinden de  yapacağı alıntıları sözlüklerde yazarak “yazar bu cümlesi ile beni yarmıştır” türünde hayranlık yorumları yapacak, facebook sayfalarında duvarlara yapıştıracak birkaç kişi çıkabileceğini öngörebiliriz. Bir de hiç olmazsa 4. baskı öncesi kitaptaki hataları düzeltin.

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Cem Mumcu dogal bir insan ve kitaplarinida cok buyuk iddialarla yazmiyor.Onun boyle bir derdi yok,sirf elestirmek adina elestiri yapmissiniz gibi geldi bana.Bir seyi anlatmak icin karmasik karmasik yazmak gerekmiyor sizin gibi.Belki herkesin kafasi sizin kadar karisik degildir ve illa da yazarlar sairler karmasik olmak zorunda degildir-)

45%
55%

Cem Mumcu, kitabına yönelik eleştiriye sözde cevaplar vermeye harcadığı çabayı kendi metnine gösterseydi böyle gülünç duruma düşmezdi.

42%
58%

Bundan sonra Cem Mumcu'nun eserlerini takip etmeyeceğim. Ayıptır be!

46%
54%

Kitabın tanıtım yazılarını ve arka kapağı kastederek, ''Bu kadar iddialı cümlelerden tedirgin olurum.'' diyen birinin, kendini ''...benim gibi yıllardır kendi dipsiz kuyusunun karanlıklarında yolunu bulmaya çalışan, içini biteviye kazan, bu kazılar sonucunda dönem dönem küçüklü büyüklü aydınlanmalar yaşayan bir amatör benlik arkeologu...'' olarak tanıtması, çok enteresan.

40%
60%

Hatalarla dolu bir kitap ahlaksızlıktır. Yayıncılar buna özen göstermeli, göstermeyenler de afişe edilmeli. Bravo Sabit Fikir!

40%
60%

Benim de aldığıma pişman olduğum bir kitaptı, eleştiri fena olmamış. "Zorlama" değil, yer yer katılmasam da pek keyifli bir yazı olmuş aksine. İlk yorumdaki 'kendilik' eleştirisi doğru. 'Kendinizin ihtiyacı'nda ben de bir sorun görmüyorum, sanırım eleştirmene bir yerden sonra her cümle batmaya başlamış. Belki o cümlede başka şekilde halledilebilecek aşırı tekrardandır. Ama şurası kesin; kitapta bunun dışında pek çok kötü anlatım, kötü Türkçe kullanımı mevcut. İkinci yorumda dendiği gibi bir 'imla sorunu' değil bu. İmla sorununa aldırmam çok, tashihlere de. Ama oldukça kötü bir dil kullanılması, özensizlik bir sorun. Hele bu kitaptaki gibi söylenenin orijinalliğinden çok onu süslü kelimelerle paketlemeye çalışırken yapılınca daha kötü oluyor. Tam da söylendiği gibi 16-20 yaş gençliğinin internet alıntılarıyla paylaştığı "edebiyat"a dönüşüyor. Kitap ilk yorumdaki reklam cümlesi gibi "Sonuçta her şey kendimizle kendimiz arasında değil mi?" fikrinin paketlenmesinden ibaret, tıpkı kapak seçimi gibi. Hal böyle olunca eleştirmenin eleştirecek -iyi ya da kötü- pek bir şey bulamayıp, biraz özenli bir okurun gözüne gözüne giren süslü ama özensiz cümlelere takılması çok normal.

Normal olmayan yorumlar. Birincisi, ben eleştiriyi okuyunca bunu daha çok yayınevine bir eleştiri olarak algılamıştım. Ki bahsi geçen editoryal hataların nesi 'işgüzarlık' allah aşkına? "Yandaki resim" deyip resim olmaması, derleme olduğunun bildirilmemesi, anlatım bozuklukları... Esas mesleği psikolog olan bir yazarın suçu değil bunlar, kitabı hazırlayanların suçu. Kapağı düşünmek yerine önce işleri düzgün yapmış olsalardı, kitap sevilmese bile -ki herkesin hakkı- yazacak birşey de çıkmayacağından köşeye konup geçilirdi belki.

Tabii bu arada yorumlara uyup haksızlık ediyorum; eleştirmen bir tek anlatıma takmamış. Bütünde anlatılan kaçırılsa bile, üçüncü paragrafta ve sonraki paragrafın başında söylenenler içerik eleştirisi değil midir? İlla o kadar alaycı bir cümleyle mi bitmeli? Belki değil. Ama hem yazar hem eleştirmen eğer bir şey söylüyorlarsa, kişisel hakaret içermedikçe alaycı olma hakkını da sahiptir. Benim esas anlamadığım 'samimiyet', 'edebi kaygı' gibi sorgulamalar ve tarafgirlik. Hele ki böyle 'edebi' niteliği ve pazarlama teknikleri ortada bir kitapta.

44%
56%

önemli noktalara değinilmiş, bazı yerler gereksiz ayrıntı sunuyor okura ama buna rağmen böyle yazılar okumamız gerekiyor. emek harcanmış bu yazıya. Biz birbirine benzeyen kitap yazılarından çok sıkıldık. SabitFikir bunu dava edinecekse ne hoş olur.

40%
60%

amcam eleştirecek fazla bir şey bulamayınca kitaptaki imla hatalarına sarmış... eleştirinin su koyvermeye başladığı noktada uygulanan bir taktiktir bu benim bildiğim. eleştiriden çok veriştiri gibi olmuş yaniii
vermiş veriştirmiş.

pek samimi ve edebi kaygıyla yazılmış bir yazı gibi gelmedi bana bu yazınız kısacası.

37%
63%

ne zorlama bir yazı bu böyle. Hayati bir hata bulma çabası,(bu çaba bazı nokatalarda işgüzarlığa vurmuş) metninize pranga olmuş.

'Kendilik kavramı'ndan herkesin haberdar olduğunu sanırdım öncelikle... ki maalesef yanılıyormuşum. bence bundan sonraki işiniz bu kavram hakkında bilgi edinmek olsun. çünkü sözünü ettiğiniz kitabı ben de okudum ve bu kavramı minval alan birçok yazı var içinde. öncelikle bu kavram hakkında biraz bilgi edinirseniz verdiğiniz para boşa gitmez :)

Ben o kitaptaki cümlelerde bir vaat değil, bir çözümleme görüyorum ayrıca. ya da sorular, sorular sorular... belki de çoktan sormayı unuttuğumz ve cevabını kendi içimzde bir yerlerde kaybettiğimiz sorular.
bence siz de kendi kendinize bazı sormaya başlasanız iyi olacak
ben neden okuyorum ve yazıyorum? Sonuçta her şey kendimizle kendimiz arasında değil mi ?

36%
64%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.