Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Hollanda'da sürgün



Toplam oy: 1681
Kader Abdolah
Hitkitap
Hollanda Kraliçesi günlerden bir gün o kapıdan içeri girip pos bıyıklı, güleç yüzlü bu adama "Kitabınızı okudum," demiş ve Hollanda'nın meşhur lalelerinden birini uzatmış mıdır acaba?

Ağır ahşap kapıyı olanca gücümle itiyorum. Kapının üzerine asılmış küçük çıngırak gelişimi haber veriyor ev sahibine. Tezgahın ardındaki orta yaşlı, pos bıyıklı adam başını okumakta olduğu gazeteden kaldırıyor ve göz göze geliyoruz. Gözlükleri burnunun ucuna doğru hafifçe kaymış, bana gözlüklerinin üzerinden bakıyor. "Yakını göremiyor herhalde," diye düşünüyorum. İnsanın yaşı ilerledikçe meydana çıkan bir araz bu.

 

Göz göze gelmemizle pos bıyıklı adamın yüzüne geniş bir gülümseme yayılıyor. Kahve kokusu aramızdaki boşluğu doldururken adam eliyle bana tezgahın önündeki iskemleyi işaret ediyor. Geçip oturuyorum. Kısa bir an sonra önümde, metal bir kupanın içinde buğusu tüten sıcak bir kahve var. Gülüyorum. Bu adam beni hiç mi hiç tanımıyor. Tanısaydı bu kadar küçük bir fincanla yetinemeyeceğimi bilirdi. Fakat sesimi çıkarmıyorum, misafir olarak bulunduğum bu yerde sesimi çıkarmamam gerek. Ben dinleyiciyim. Rolüme sadığım. O anlatıcı. O da rolüne sadık. Velhasıl fazla uzatmadan söze giriyor: "Okur! Kahve simsarıyım ben ve Laurlergracht 37'de oturuyorum."

 

 

Aslına bakarsanız ben oraya hiç gitmedim. Hiç Amsterdam'da bulunmadım ve o çıngırak gelişimi hiç haber vermedi. Fakat yine de gözlerim uzağı pek iyi görmez. Ama yakını iyi görüyorum ve Kader Abdolah'ın Karga romanını Mürset Topçu çevirisiyle elime aldığım ilk andan son ana kadar bu hissiyatla yaşıyorum. Kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar o iskemleden bir yere ayrılmıyorum, üstelik kahvem önümde hızla soğuyor. Kitap ilk anından son anına kadar benimle konuşuyor, bana anlatıyor, gözlerimin içine bakıyor. Öyle ki kimi bölümlerin sonunda, örneğin yazarımın karısı içeriden seslendiği için, verilen küçük aralarda boşluğa düşüyor ve bir sonraki sayfayı hızla çeviriyorum. Kitabın bütünü yaşça sizden büyük ve çokça görüp geçirmiş bir beyefendinin anılarını tatlı tatlı dinlemek gibi. Çoğu kere hüzünlü ama hiçbir zaman umutsuz değil. Ne kadarı yazarın başından geçmiştir, ne kadarı hayalinin ürünüdür kestiremiyorum doğrusu. Gerçek ile kurgunun birbirini sarmalayan bir haliyle karşı karşıyayım. Kendisi Felemenkçe'de henüz hiçbir kitabı yayınlanmamış, gizli bir yazar olan kahramanımızın İran'da başlayan hikayesi yakın tarihin önemli bir kesitine tanıklık ediyor, Türkiye'ye şöyle bir uğruyor ve sonunda kendini kahramanımızın dilinden bihaber olduğu Hollanda'da buluyor. Kitabın baş karakteri Refik Fuad'ın yaşam öyküsü çoğu köşe başında yazar Kader Abdolah'ınkiyle kesişiyor, fakat yazar kendi hayat hikayesini anlatmak istese bir roman değil hatırat yazardı, değil mi?

 

Aslına bakarsanız bu kitabı okumaya karar vermemi sağlayan asıl şey kitabın arka kapağındaki küçük bölümdü:

 

"Günün birinde televizyonda başı taçlı bir soylu gördüm. Kraliyet koltuğuna oturmuş, uzunca bir metin okuyordu. Hollanda kraliçesi olabileceğini düşünerek izlemeye devam ettim onu. Konuşmasından tek bir sözcük anlamıyordum. Sırf seslerden ibaret zincirdi sanki duyduklarım. Düşündüm: Bu kraliçenin dilinde yazmak, ne müthiş bir deneyim olurdu. Elim içgüdüsel olarak kalemime uzandı. Defterimin sayfaları karmakarışık bir hikayeyle doldu. Sonra hayretle kendimi daha iyi hissettiğimi fark ettim. Boğazımı tıkayan yumruk yok olmuştu."

 

Anadil felci

 

Bir yazarın içine doğmadığı, sonradan öğrendiği bir dilde yazma çabası her zaman dikkatimi çekmiştir. Kader Abdolah da dilinden ve kültüründen ayrı düşmüş, sürgün bir yazar. Öyle ki zihni öyküleriyle dopdoluyken kendini öykülerinin dilinden anlamayan insanların ortasında buluvermiş. Diğer sanatlar içerisinde edebiyatın yaşadığı handikap bu olsa gerek. Bir müzisyen dünyanın neresine giderse gitsin zihninden taşan müzik aynı olup bu müzikle hiçbir millet ayırmadan insanların ruhuna ulaşırken edebiyat öyle ya da böyle şartlara ayak uydurmayı gerektiriyor. Van Gogh'un Ayçiçekleri tablosu dünyanın her yanında aynı anlamı taşırken bir yazarın yazar olarak kalabilmesi ancak okurunun dilinden anlamasıyla mümkün. Kader Abdolah'ın da yaşadığı ve romanına aktardığı aynen bu. Refik Fuad her ne kadar kahve simsarlığından geçimini sağlasa da yazar olarak kalması okurunun dilini çözmesine bağlı. Anadili tarafından felce uğramak bir yazarın başına gelebilecek en korkunç şeylerden biri olsa gerek.

 

Kader Abdolah'ın Felemenkçe yazmaya başlaması birtakım zaruretler neticesinde gelişse de anadili yerine başka bir dilde yazmayı tercih eden birçok yazar da var. Örneğin İrlanda'nın dünyaya hediye ettiği birçok dehadan biri olan Samuel Beckett'in ana dili günümüzde dünyanın en geçerli dili sayılan İngilizce'ydi. Ayrıca üniversitede İngilizce ve Fransızca üzerine eğitim görmüştü ve gençlik yıllarında Paris'te İngilizce öğretmeni olarak çalışmıştı. Fakat Beckett beklenenin aksine eserlerini çoğu kere İngilizce değil, Fransızca olarak yazıyordu. Fransızca yazdıklarını İngilizce'ye de kendisi çeviren Beckett'e sorarsanız sonradan öğrendiği bu dilde yazmak onu anadilinin köhneleşmiş, şairane kalıplarını içgüdüsel olarak kullanmaktan koruyor, daha sistematik ve tasarlanmış bir biçimde yazmasını sağlıyordu. Kısacası Beckett Fransızca yazarken sadece içgüdülerini izlemiyor, aynı zamanda kullandığı her bir sözcük üzerine düşünüyordu da.

 

Kader Abdolah'ın başına gelen de bu mu? Yazarı olabildiğince net, en kısa yoldan öyküsünü anlatmaya sevk eden bu dili 30'lu yaşlarında öğrenmiş olması mı? Bunu kesin olarak iddia edemem ancak bana öyle geliyor ki Kader Abdolah'ın Felemenkçe'yi öğrenmek için sarf ettiği gayretin ve bu yolda okumayı yeni sökmüş bir çocuğun heyecanıyla okuduğu (ve kitabında kimi zaman alıntıladığı) Hollanda edebiyatının bütün o temel metinlerinin yazarı 1-0 öne geçirdiği çok açık.

 

Eğer siz de kendini ifade etme ihtiyacı ve dil bağlantısı üzerine biraz düşünmek ister ya da yalnızca yazar olma hayalleri kuran İranlı bir oğlan çocuğunun Amsterdam'da son bulan hikayesine tanıklık etmek isterseniz Kader Abdolah'ın Karga adlı romanını kaçırmamanızı öneririm. Bir de fırsatını bulsam sormak isterdim; Hollanda Kraliçesi günlerden bir gün o kapıdan içeri girip pos bıyıklı, güleç yüzlü bu adama "Kitabınızı okudum," demiş ve Hollanda'nın meşhur lalelerinden birini uzatmış mıdır acaba?

 

 


 

 

* Görsel: Charly Clements

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.