Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

İçi beni, dışı seni yakar



Toplam oy: 1277
Şebnem Burcuoğlu
DEX
Kocan Kadar Konuş'u okudu iseniz, Kutsal Aile'yi de mutlaka okuyunuz. Tersi gerekmiyor.

Kocan Kadar Konuş, son ayların çok satanlarından. Yazarı Şebnem Burcuoğlu’na bir televizyon programında rastlamıştım; pek konuşkan, güler yüzlü, zekice yanıtlar veren biri olduğunu görünce merakımı celbetti. Kitabının arka kapağındaki şu cümleyi okuyunca da ümitlenivermiştim, acaba, iyi eğitim almış ve kariyer sahibi kadınlarımız evlilik konusuna eleştirel bir açıdan mı yaklaşmaya başladılar diye: “Türkiye’de kadınların DNA’larına kodlanmış olan evlenme saplantısı, ne yazık ki bizim ailede daha yoğun. Millete ailesinden genetik miras olarak mavi göz kalır, bize bu evlenme saplantısı kalmış.” Heyhat! Ne büyük gaf, ne umarsız bir aymazlık! Bırakın evlilik ve aile kurumuna karşı en ufak bir eleştirel yaklaşımı, romanı okuyup bitirdiğimizde öğrenebildiğimiz tek husus, ailesinin ve yakın çevresinin koca bulması doğrultusunda sürekli ve sistemli taarruzu altında bulunan kahramanımız Efsun’un da zaten bundan başka bir derdinin olmadığı oluyor. Efsun kızımızın bu saplantıdan hiç şikayeti yokmuş. Tek derdi anneanne, kız kardeşler Ceren ve Tuğçe ile kuzenler sidikli Merve ve Alara’nın bu konudaki tam saha presi. Efsun, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sının hayranı ve anlatıda sık sık Raif Bey’in aşkına göndermede bulunuyor. Haksızlık etmeyelim, bir de evlenmeye ve “âşık” olmaya elverişli olmayan erkeklerden şikayetçi.

 

Aşktan da tam olarak ne anladığını pek çıkaramıyoruz; referanslar, çok kapalı bir toplumdan çıkarak Almanya’ya gitmiş olan ve yolda tesadüfen gördüğü, hiç tanımadığı bir kadına tutkuyla bağlanan Raif Bey’in marazi duygularına duyulan hayranlıktan öteye gitmiyor. Osmanlı’nın, kaç göçün hâlâ egemen olduğu son döneminden kalan kimi hatıratları okuduğumuz zaman, bu kapalı toplum yapısının, cumbaların arkasında tesadüfen görülen bir çift göze bile âşık olunabilen koşullara sahip olduğunu; bu aşkların akacak mecra bulamayan libido birikimleri ile destekli, romantik kültürel birikimin (her türlü sözlü yazılı aşk külliyatı) mecburi istikametleri olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz. Zaten âşık olmak zorunluluğu ile toplumsal-kültürel olarak doldurulup taşırılan bünyeler için bu koşullarda bombayı patlatacak fünye, cumba aralığından görülecek bir çift gözdür. Öylesine yüce aşklar!

 

Evli erkeğin beyin tomografisi

 

Kocan Kadar Konuş’un insan ve aile gerçekliği ile kurduğu bu derince ilişkiden başım dönünce, nicedir okumak için bir kenarda bekleyen Fatih Altınöz’ün Kutsal Aile’sini bu vesileyle aradan çıkarayım dedim. Çok da iyi etmişim; zira Altınöz evlenmek için binbir takla atan kadın nüfusumuzun önemli bir yüzdesi için pek de fena bir kısmet sayılmayacak beyaz yakalı bir banka emekçisi olarak İsmail’in yaklaşık on yıllık evlilik süreci sonundaki beyninin son derece gerçekçi bir dökümünü yapıyor.

 

Altınöz, psikiyatri deneyiminin de yardımıyla evli erkeğin beyin tomografisini çekmiş. Evlilik kurumu “içi beni, dışı seni yakar” misali, dışardakilerin içerde olmak için, içerdekilerin ise firar etmek için can attıkları garip bir hapishane. İsmail; karısı Gülcan, sekiz yaşındaki oğlu Alican, kaynana ve kayınpederi, işsiz güçsüz ama keyfi yerinde abisi Aytekin, Alican’ı etkisi altına alan kayınbiraderi, Şahap ve bomba Raci dayıları, annesi ve babası, amiri Erçin, taze memur genç ve güzel Saliha ve borç harç yeni aldığı ikinci el arabası ile şahane bir 40 yaşında erkek profilidir. 20 yıl daha yaşarsa her haftalık zorunlu ziyaretleri nedeniyle ömrünün sonuna kadar kaynanasına daha kaç defa gitmeleri gerektiğini hesaplar: 1000 küsur ziyaret, kabus!

 

Sıfır km almaya gücü yetmediği için güzel ve temiz olduğuna kendisini ikna etmeye çalıştığı ikinci el arabada ailece kaynana ziyaretinden dönerlerken şunları düşünür: “Çok abartma be İsmail. Sonuçta öyle ya da böyle ikinci el abi bu. İlk alan çıkarmıştır asıl keyfini, ilk gaza o bastı, o yıkadı kuruladı özene bezene, motoru o açtı önce, o çekti içine ilk deri kokusunu. Sana kaldı ondan arta kalanlar. Üstelik herifin birinden arta kalanlara erişmek için epey de bir banka borcu ödeyeceksin. Keyfini çıkar bari İsmail. Karını düşün, düğününüzü düşün. Hoppala! Karımı mı? Ne alakası var şimdi? Aynı şey mi ya saçmalama! Nesi farklı İsmail? Nasıl nesi farklı oğlum? Her şeyi farklı. Gülcan sana gelene kadar epey bir dolaşmış. Eee? Eesi aldın kızı sonra da borca girip düğün yaptın, ev düzdün işte. Onu da alamadın sıfır kilometre, bunu da alamadın sıfır kilometre. İkisi aynı şey mi be kardeşim? Yuh yani! Biri insan biri makine… Hem aynı şey benim için de geçerli değil mi? O arabaysa ben ne oluyorum? Ben de arabayım o zaman. Bana da inenler binenler oldu, sağ olsunlar. Hem ben ondan en az dört tur daha fazla yaptıydım. En az diyorum bak, dikkatini çekerim. Harbiden? Gülcan’a gelene kadar kaç kadınla yattım ben lan? Sayısı belli değil. Dur bir sayayım.” Alter egosu ile kitap boyunca süregiden diyaloğunun bu kısmında, bu sayım sonucu da pek iç açıcı bir sonuç vermeyecektir.

 

Kocan Kadar Konuş’un Efsun’unun Sinan’ı, sınıfsal ve kültürel olarak bir İsmail değilse de, yani en azından sıfır km lüks bir otomobile binebilecek, İsmail’in meyhaneye giderken yaptığı para hesaplarını yapmayacak bir profil olarak gözükse de, on yılın sonunda onun da bir Saliha macerasının olabileceğini, zaten baştan pek ortak yönlerinin olmadığını sezdiğimiz kardeşler ve sidikli kuzen ile geçirmek zorunda kalacağı zamanlar sonucunda karalar bağlayacağını tahmin etmek pek güç olmasa gerek. Kocan Kadar Konuş’un nihai varış noktasının Kutsal Aile olacağından çok fazla şüphe edemiyoruz. On yılın sonunda Sinan ve İsmail arasında cüzdan farkı dışında pek bir fark olmayacaktır.

 

Dolayısıyla ne işe yarar bilemiyoruz ama, kutsal ailenin kadın bileşeni, karşı tarafın beyninden neler geçtiğini; erkek bileşeni ise, hiç de çok özel sorunlar yaşamadığını, yapısal ve evrensel bir sorunun içinde gariban bir figüran olarak yer aldığını görmek için bu romanı okumalı. Kocan Kadar Konuş’u okudu iseniz, Kutsal Aile’yi de mutlaka okuyunuz. Tersi gerekmiyor.


 

 


 

 

* Görsel: Ali Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.