Velev ki hayattaki “en büyük aşkım” diyeceğiniz biri var. Olmuş zamanın birinde, gelmiş sevdirmiş kendini, bütün ayarlarınızı bozmuş, sizi insanlıktan çıkarmış, gitmiş. Ama hayaleti gider mi, gitmez. Geçmişin milföy hamuru gibi, piştikçe kabaran katmerleri arasında duruyor hâlâ öyle. Ne bir yere gittiği var, ne geldiği. İşi ilelebet varlığını belli etmek. Bir şarkı mı çaldı kazara Sezen’den, MFÖ’den, Ortaçgil’den, hooop uzatıvermek başını kaburgalarınızın arasından, hatırlatmak kendini, hain çünkü. Bu mevzuyu severim. İlk aşk, hani o en masum duygular, insanın ömründe ilk ve muhtemelen son kez yaşadığı heyecanlar, bütün o şapşallıklar falan… Hatırlaması güzeldir, konuşması da. Ama iş yazmaya gelince, ben şu ilk aşkımdan bir roman yaratayım deyince yani, o dokunması zor “şey”i öyle zihninde durduğu gibi, aynı naiflikle, bozmadan, sündürmeden, köpürtmeden, o sadecik haliyle harfe dönüştürmek, kağıda aktarmak, dünyanın en zor işi. Malzeme ne kadar muhteşem olsa da, öyle görünse de, bunu yapabilen de, yaptığına ikna eden de az.
Uygar Şirin bir üçüncü roman yazmış. Adı Karışık Kaset. Aşkı anlatıyor. En naif ve oyunsuz haliyle aşkı ama… Az evvel bahsettiğim, o “bozmadan kağıda aktarma” meselesi var ya, işte onu bir yapıyor ki -hikâyesi gerçek midir, ne kadarı kurmacadır bilinmez- insan gidip o yeniyetmeyi bulup dizine yatırmak, teselli etmek, “hepimizin başına geldi annem, üzülme sen, geçecek hepsi” demek istiyor. Geçiyor da, yalan değil.
(Görsel çalışma: Allyson Mellberg Taylor)
Karışık Kaset, evet, en masum haliyle, bir aşk romanı. 13 yaşında, körpe ve bir o kadar narin bir kalbi almış duvara çarpmış bir aşk bu. Apartmanların arasında, hani bittiği yerde dünya bitiyormuş gibi gelen o kocaman arsaların birinde geçen bir çocukluğun bağrında atılmış tohumları, sonra 20’lerinde bir daha yoklamış, 30’ları devirince son vuruşunu yapmış bir hikâye. Bir kavuşma ve kavuşamama hikâyesi. 10 yılda bir gelen ataklarla bir adamı darmaduman eden kronik bir hastalığın hikâyesi. Amma ne güzel hastalık! Fonda tonla şarkı. Sezen çalıyor, Mazhar Fuat Özkan çalıyor, Duman çalıyor, Ahmet Kaya çalıyor, Erkin Koray çalıyor, Kardeş Türküler çalıyor, Yeni Türkü çalıyor… Daha kimler kimler… Karışık kasetler doluyor da doluyor sayfalar boyunca, üzerlerine el yazısıyla notlar düşülüyor; “Aşk Şarkıları”, “Yalnızlık Şarkıları”. Bir türlü söylenemeyenler şarkılara biniyor, satır aralarında sevgiliye doğru yola çıkıyor.
Roman Ulaş’ı anlatıyor. İflah olmaz bir romantik Ulaş; hayatla arasına bir walkman koymuş, fonda, kafasının içinde hep şarkılar çalıyor. Kadıköylü. Vaktinin çoğunu, çekme kasetlerin içinde, şarkı listelerinin arasında geçiriyor, gündüz düşleri kuruyor sık sık. O büyüse de içindeki “kırılacak eşya” çocuk büyümüyor. Yalnız üstelik. Çocukken de, büyüyünce de yalnız. 13 yaşında İrem’le yolu kesişiyor Ulaş’ın. İrem onun ilk aşkı. Amma ne aşk! Uygar Şirin nasıl güzel dillendirmiş o minnacık kalbin içindekileri. 40 yaşında bir yazar olarak geri sarmış sanki kendini 13 yaşına, oradan bakmış aşka, bir kadını sevmenin ne menem bir şey olduğunu oradan anlatmış. Büyük adamların büyük laflarından ayıklamış sözlerini, 13 yaş çömezliğiyle dökmüş içini. Kitabın genelinde bir adamın bir kadına olan aşkı mevzu bahis ama en çok o çocukluk yılları kaldı benim aklımda. Kalbini güzel bir İrem’e kaptırmış bir oğlan çocuğunun buruk, kırık halleri… O yılları, o körpe duyguları anlatırken bir başka özenmiş sanki Şirin. Öyle bir çocuk İrem çizmiş ki, Lolita sanki. Ve öyle bir çocuk ki Ulaş, sanki Genç Werther. İkisine de kabarıyor yüreğim okudukça:
“Ayağa kalkıyorum ama ayaklarım yere basmıyor. Havada süzülüyorum, kendimi bir anda İrem’in yanında buluyorum. Kalbim bu hızla çarptığında ölmem lazım ama şu anda ölümün de yetişemeyeceği bir yerdeyim. Bir an bile tereddüt etmeden eğilip İrem’in dudağına küçük bir öpücük konduruyorum. Nazik, sevecen, anlayışlı bir öpücük, ben öptüm diye demiyorum. Yerime dönüyorum. Çarpıntı, hormonlar, öpücük derken uçuyorum adeta. Kripton taşından nasibini almamış bir Superman’im. Arsanın Dikdörtgen Masa Şövalyeleri’nin en gözde üyesiyim. Galler’in ve hayallerin prensiyim. Leydi Di’yi aratmayan güzelliğiyle Prenses İrem’in bu unvanları onaylamasını, beni takdis etmesini bekliyorum. Zaman aleyhime işliyor çünkü her geçen saniye İrem’e olan aşkım binle çarpılıyor. Hiç adil bir aritmetik işlem değil.”
“Bankların birinde Melih ve Elif, birinde Yusuf tek başına, birinde de İrem ve ben oturuyoruz. İrem’le yan yana oturuyoruz resmen! Allah’ım, biz İrem’le bir çift miyiz yoksa? Şişe çevirmecede dudaktan öpüşen, bankta yan yana oturan bir çift miyiz biz? Evet, öyleyiz bence. Mutlulukla Felicita söyleyen bir Al Bano-Romina Power’ız. Buz üzerinde dans eden bir JaneTorvill-Christopher Dean’iz. Birbirleriyle kavga ediyormuş gibi görünürken birbirlerine deli gibi âşık olan David’le Maddie’yiz. Fonda, yani kafamın içinde, İkimiz Bir Fidanız çalıyor.”
(Görsel çalışma: Çağlayan Aktuğ)
90’larda çocuk olmak
Kitabın en güçlü yanlarından biri de elbette her satır arasında kendini bütün kudretiyle hissettiren çocukluk. 13 yaşındaki Ulaş’ın çocukluğundan öyle güzel detaylar var ki, öyle tatlı anları cımbızlamış ki Şirin, pek çoğunuzun çocukluğuyla kesişmesi muhtemel. Ulaş’ın çocukluğu, hepimizin çocukluğu ama en çok 80’lerin sonunda 90’ların başında Kadıköy’de, İstanbul’da çocuk olmuşların çocukluğu… Ulaş’ın ilk aşkı, hepimizin ama en çok 80’lerin sonunda 90’ların başında Kadıköy’de, İstanbul’da aşık olmuşların aşkı. Ulaş’ın akranlarıyla Taso oynadığı sokaklar, pedal çevirdiği mahalleler, uçurtma uçurduğu, şimdi yerinde binalar yükselen Acıbadem’in o kocaman çayırları, iki meybuz alıp tünediği sahil bankları, fonda çalan şarkılar… Biliyorum bu malzeme çok tüketildi, 80’lerde 90’larda çocuk olmanın çok tatavası yapıldı. Ama çocukluk adı üstünde, ne kadar anlatılırsa anlatılsın, büyüsü eksilmiyor.
Romandan bana ömrümün sonuna kadar loop’a alıp dinleyecek bir şarkı listesi yadigar. Bir de tatlı duygular. Kitabı kapatıp Sezen’den Deliveren’i açtım. Hayatımın başka anlarına ışınlandım her şarkıda. Uygar Şirin’in sözüne kandım. Çok sevmiş o kızı, inandım.
Yeni yorum gönder