Biz çocukken, işaret parmaklarını birbirine değdirerek zamanı durdurabilen bir kız hakkında bir dizi vardı. Annem, bu bizim gençliğimizdeki Samantha'nın taklidi derdi. O da burnunu oynatarak minik büyüler yaparmış. Elimde ters çevirince içinde kar yağan bir küre varmış, onun içinde de elinde kar yağan bir küre tutan bir kız varmış ve onun içinde de başka bir kız... Sayısız görsel ve yazılı kurgu eser; cadılarla, büyücülerle, vampirlerle, ölümsüzlerle, yaşayan ölülerle ve türlü çeşitli ucube ve mahlukatla dolu. İnsan olmak yetmiyor mu?
Bir başkası olma arzumuz o kadar büyük ki, elimize başka bir gerçeklik yaratma fırsatı geçtiği an sahip olmadığımız (olamayacağımız) birtakım fantastik yeteneklerle süslüyoruz/sosluyoruz kuru insanlığımızı. Bir kere hepimiz muhakkak uçmak istiyoruz, herkes illa ki bunun rüyasını gördüğüne göre herhalde en canıgönülden istediğimiz gayri insani güç bu. Yerçekimi bizi toprağa çektikçe, ağırlığımız, kütlemiz bizi yere yapıştırdıkça, sorumluluklarımız omuzlarımızı ağrıttıkça kuş gibi uçmak istiyoruz. İnsan türü için en basit özgürlük tanımı bu: uçmak. Klişe ama gerçek. Havalanmak, köklerimizden, anılarımızdan, tarihimizden, zincirlerimizden uzaklaşmak istiyoruz. Hava gibi hafif, renksiz ve kokusuz, öncesiz ve sonrasız, uçucu olmak istiyoruz.
Çoğumuzun diğer büyük hayali, zamanda yolculuk etmek ya da en azından zamanı geri alabilmek. Hayatta her şeyi sadece bir kez yapma şansımız olduğu için her zaman pişmanız. “Ah keşke öteki yoldan gitseydim” kararsızlığı. Asla bilmiyoruz hangisi daha iyi, ne yapsak daha mutlu oluruz. Yirmilerimizde çocuk yapsak daha mı iyiydi ya da hiç yapmamalı mı? Küçük bir kasabaya yerleşmeli miyiz acaba? Yoksa büyükşehir kaosuna alışmış bünyemiz artık daha azıyla iflah olmaz mı? Ama nereden bileceğiz ki? Aynı şeyi iki kere yaşama şansımız olmadığı müddetçe bilememekle malulüz. Doğru mu yaptık yanlış mı, kim ne diyebilir, nasıl yargılayabilir ki? Sonunu bilmediğimiz sayısız yoldan birini seçmişiz; sonra başka sayısız tercihler, başka yollar ve olaylar birbirini kovalamış. Vardığımız noktaya bile isteye, iradi bir şekilde mi geldik biz gerçekten? Başka türlü olamaz mıydı? İşte büyük hayalimiz bu. Başa sar, sil, bir daha oynat. Belki bu sefer daha iyi olur. Koş Lola koş!
Sözünü ettiğim bu iki süper gücü, hafiflemeyi ve geri sarmayı, Kundera farklı bağlamlarda ama en çok Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde ziyadesiyle ve yetkinlikle tartışır. Üstüne başka söyleyecek bir şeyim varmış gibi yapmayayım. Bu kadar varoluşsal olmayan ama herkesin aklını çelen başka hayallerimiz de var. Karşımızdakinin aklından geçenleri okumak örneğin. Meraklı, sadist bünyelerimiz hep esrarın peşinde. Tutup sevgilimizin, kızımızın, babamızın günlüğünü okuyup kendimize eziyet ederiz. Çok bilmenin çok dert olduğunu inatla kabullenmeyiz. Emrah Güler’in romanındaki hem en güçlü hem en hassas karakter Selma gibi. Bildikleri kalbini kıracak, ama öğrenmeden yapamayacak.
Süperler ve normal faniler
Sudan Gelen eğlenceli ve hafif bir süper kahraman romanı. Güler’in yarattığı süper güçler, hem oyunbazlıkları hem de muziplikleriyle cidden süper! Türkçe literatürdeki (!) isimleri özellikle yaratıcı olmuş. Horoskör, Teleporter, Doğrucu, Uçarca, Uzunkulak; hepsi de ilk anda bir şey ifade etmeyen, sırrını kolayına açığa vurmayan tabirler. Gizli güçlerin örtük ifadeleri. Benim favorim Horoskör Suzan. İlk önce bu ne biçim kelime diye bocalıyorsunuz, sonra horoskop-burçlar filan derken bir hayranlık hasıl oluyor. Suzan bir Burçdeğiştirici! Harbi büyük güç! Ne demişler, burçlara inanma, ama burçsuz da kalma... “[B]irini geçenlerde Oğlak yaptım. Kız İkizlermiş, tezine konsantre olamıyormuş. Pat, görev bilinci geldi anında kıza. (...) Tatile gitmeden hemen önce Kova yaptım Kerem'i. Gençlik işte. Terazi duyarlılığı Bodrum tatiline yakışmaz diye düşünmüş. Duyarlılık dediği basiretsizlik tabii. (...) Bir haftada iki kızla takılmış, ikisinin de kalbini kırmıştı sonra.”
Hikayenin düşündürdüğü bir süperler ve normal faniler ikiliği var. Süperler enikonu büyük bir cemaat. Gizli kalmayı seçiyorlar ama kendi aralarında işleyen bir iletişim mekanizmaları da var. Kimi kariyer sahibi tipler, gazeteciler, sanatçılar, sporcular, devletlû taifesi... Kolunda süperlik bileziği olmayanlar hasetinden çatlamalı, hatta intikam hayalleri görmeye başlamalı. Eyvallah her açıdan eşitsiz, fazlasıyla adaletsiz bir dünyada yaşıyoruz. Ama adım başı selam çakan süperler iyice sinir bozucu. Hikayenin bir yerinde bu kutuplaşmanın ayyuka çıkmasını, hatta belki bir isyana dönüşmesini beklemedim değil. Halbuki “süper faşizan,” yani süper olmayan herkesten nefret etmeye dayalı bir hareketin varlığını kitabın sonunda, birkaç paragraflık, bir yere bağlanamayan bir tartışma içinde öğreniyoruz.
Anlatıya heyecan katmak adına gündemde olan tek meselenin televizyon yıldızı süperlerden Demir Atakan'ın, yine bir süper olan gazeteci Asiye Karma'ya süperlerle ilgili ifşaatta bulunacak olması, olay örgüsünü zayıf kılıyor. Bu bağlamda, Kerem Hoca, Selma Dickinson ve Murat/Aristo'nun sözde esrarengiz yanlarının o kadar da şaşırtıcı olmadığını, bilakis şıp diye anlaşıldığını üzülerek belirtmeliyim.
“Aaa, ben sonunu tahmin ettim” hissi bir kitabı okumayı zorlaştırır. Hoş, benim ilgimi ayakta tutmak için Nehir karakteri yeterliydi, zorlanmadım. Bu heyecanlı, nefes almadan konuşabilen, hem tizli hem de tok sesli, panik mi yapıyor yoksa sakin sakin acele edenlerden mi çaktırmayan, mütemadiyen gözleri parlayan, elleri kolları oynayan zıplayan, size muhakkak çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi gözlerinizin en derinine bakabilen kadını çok özlemişim. İnanmamak için bir sebep yok, Dicle pekala su altında nefes alabilen ve beden değiştirebilen bir süper kahraman olmuş olabilir. Etrafımızda bir yerlerde. Sadece o mu değil mi emin olamıyoruz. Şebnem Ferah ablası için yazmıştı, sanki Emrah Güler'e de ilham vermiş...
Seninle birlikte kaybolanları,
Arıyorum başka şeylerde.
Aşk şarkısı değil bu, geldi içimden.
Gülümse bir kez benim için eğer duyuyorsan.
Nehrim ol gel ak yine
Kelebek ol gel uç yine
Çiçeğim ol gel aç yine
Rüzgar ol
* Görsel: Kaan Bağcı
Yeni yorum gönder