Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Joy'un muhteşem düşüşü



Toplam oy: 1882
Jonathan Lee
Yapı Kredi Yayınları
Hem birçok karanlık, kuşku barındıran hem de bildik polisiyelere benzemeyen kurgusuyla yazar sakin adımlarla başladığı bu hikayeyi koşarak bitiriyor, adeta bir maraton koşucusu gibi hareket ediyor.

Otuzlarının başında, paranın satın alabildiği her şeye sahip, üstelik yıllarını verdiği hukuk firmasına ortak olmanın eşiğinde bir avukat günün birinde kendini şirketin görkemli lobisinin mermer zeminine çakılmış olarak bulur. Yükselişi her ne kadar epey uzun sürmüşse de yere çakılması hepi topu birkaç saniyesini almıştır sadece. Peki genç ve başarılı avukat Joy Stephens'ı boylu boyunca yattığı bu noktaya getiren nedir?

 

 

İngiliz edebiyatının genç temsilcilerinden sayılan ve Guardian'ın da "İngiliz edebiyatının yeni sesi" olarak andığı Jonathan Lee'nin ikinci romanı Joy'un Son Günü, Fatih Sel çevirisi ile Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlandı. Gerilimli ve karanlık atmosferiyle dikkatleri üzerine çeken roman William Maxwell'in "Mutluluk suyun üstündeki ışıktır. Su ise soğuk, karanlık ve derin," cümlesiyle açılıyor ki bana sorarsanız bu cümle romanın tekniğini özetler nitelikte.

 

Kitap temelde iki kanada ayrılıyor. Bir yanda gece 01.00'den başlayarak Joy'un son gününü adım adım anlatan yazar diğer yandan da zamanda atlama yaparak, bir çeşit soruşturma havasında Joy'un hayatını kuşatan insanları konuşturmayı seçiyor. Akademisyen kocası Denis, iş arkadaşı Peter, yetkisini bastonundan alan asistanı Barbara ve spor eğitmeni Samir… Joy hakkında konuşurken aslında durmaksızın kendinden bahseden bu dört karakter insan doğasının bencilliğini de gözler önüne seriyor. Görünürde her şeye sahip ve kariyerinin zirvesindeki Joy'un bu derin mutsuzluğu kimine şımarıklık, kimine tatminsizlik, kimine depresiflik olarak görünüyor. Bütün bu söylenmeler arasında yazar aslında bir yandan Joy'un hayatının çerçevesini çizerken öbür yandan da Joy'u çevreleyen bu insanların iç dünyalarını bize sunmuş oluyor.

 

Oldukça başarılı bulduğum bu biçimin bir benzerini son yılların popüler fantastik kurgu serisi Ateşin ve Buzun Şarkısı'nda (nam-ı diğer Taht Oyunları) da görmek mümkün. Burada da benzer bir biçimde bölümler karakterlerin isimlerini taşıyor ve her karakter kendi ismini taşıyan bölümde malum olayı kendi perspektifinden anlatırken bir yandan da kendi hikayesini anlatıyor. Bu noktada Jonathan Lee'nin dört karakteri için de dört ayrı ses ve dört ayrı dünya yaratabilmiş olması dikkat çekici ve takdire şayan.

 

Maraton koşar gibi

 

Hikayenin diğer yanında yazar günü dakikalara bölüyor ve dakikalarla isimlendirdiği bu bölümlerde mutlak gözlemci üçüncü gözü Joy'un iç dünyasına çeviriyor. Yazar bu bölümlerde Joy'un onulmaz mutsuzluğunun karanlık sularına daldırıyor okurunu. Soğukkanlılıkla intihar etmeye karar veren ve intiharından önce yarım kalan işlerini tamama erdirmeye çalışan Joy'un intiharı başta mantıklı bir gerekçeden uzak dursa da hikaye adım adım açılıyor ve Joy'un karanlık iç dünyası okurun gözünde gittikçe daha berrak bir hal alıyor. Bitmek bilmez suçluluk duygusu, saklamak zorunda olduğu sırları, tatminsiz kalan tutkuları ile Joy okurun gözleri önünde adım adım ete kemiğe bürünüyor.

 

Bir dönemin popüler macera dizisi 24'ü akıllara getiren bu kurgu sadece Joy'un iç dünyasını ortaya dökmekle kalmıyor, hikaye sona doğru ilerledikçe Joy'un muhteşem düşüşüne giden yolu heyecanla takip etmemizi de sağlıyor. Hem birçok çelişki, karanlık, kuşku barındıran hem de bildik polisiyelere benzemeyen kurgusuyla yazar sakin adımlarla başladığı bu hikayeyi koşar adımlarla bitiriyor, adeta bir maraton koşucusu gibi hareket ediyor. Ve sonunda bir volkan gibi patlayan ve o mermer zeminde boylu boyunca yatan Joy'u izlerken Joy'un yaptığının sorunlarının üstesinden gelmek olmadığını görüyoruz. O sadece İngilizlerin o meşhur mottosunu takip ediyor: Keep Calm and Carry On. Sakin Ol ve Devam Et. Tabii öyle bir şey mümkünse…

 

 


 

 

* Görsel: Rebecca Fels

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Çok naziksiniz, ben teşekkür ederim. İyi okumalar.

36%
64%

Yorumunuzu çok sevdim... kitabı okuyacağım... teşekkürler

52%
48%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.