Otuzlarının başında, paranın satın alabildiği her şeye sahip, üstelik yıllarını verdiği hukuk firmasına ortak olmanın eşiğinde bir avukat günün birinde kendini şirketin görkemli lobisinin mermer zeminine çakılmış olarak bulur. Yükselişi her ne kadar epey uzun sürmüşse de yere çakılması hepi topu birkaç saniyesini almıştır sadece. Peki genç ve başarılı avukat Joy Stephens'ı boylu boyunca yattığı bu noktaya getiren nedir?
İngiliz edebiyatının genç temsilcilerinden sayılan ve Guardian'ın da "İngiliz edebiyatının yeni sesi" olarak andığı Jonathan Lee'nin ikinci romanı Joy'un Son Günü, Fatih Sel çevirisi ile Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlandı. Gerilimli ve karanlık atmosferiyle dikkatleri üzerine çeken roman William Maxwell'in "Mutluluk suyun üstündeki ışıktır. Su ise soğuk, karanlık ve derin," cümlesiyle açılıyor ki bana sorarsanız bu cümle romanın tekniğini özetler nitelikte.
Kitap temelde iki kanada ayrılıyor. Bir yanda gece 01.00'den başlayarak Joy'un son gününü adım adım anlatan yazar diğer yandan da zamanda atlama yaparak, bir çeşit soruşturma havasında Joy'un hayatını kuşatan insanları konuşturmayı seçiyor. Akademisyen kocası Denis, iş arkadaşı Peter, yetkisini bastonundan alan asistanı Barbara ve spor eğitmeni Samir… Joy hakkında konuşurken aslında durmaksızın kendinden bahseden bu dört karakter insan doğasının bencilliğini de gözler önüne seriyor. Görünürde her şeye sahip ve kariyerinin zirvesindeki Joy'un bu derin mutsuzluğu kimine şımarıklık, kimine tatminsizlik, kimine depresiflik olarak görünüyor. Bütün bu söylenmeler arasında yazar aslında bir yandan Joy'un hayatının çerçevesini çizerken öbür yandan da Joy'u çevreleyen bu insanların iç dünyalarını bize sunmuş oluyor.
Oldukça başarılı bulduğum bu biçimin bir benzerini son yılların popüler fantastik kurgu serisi Ateşin ve Buzun Şarkısı'nda (nam-ı diğer Taht Oyunları) da görmek mümkün. Burada da benzer bir biçimde bölümler karakterlerin isimlerini taşıyor ve her karakter kendi ismini taşıyan bölümde malum olayı kendi perspektifinden anlatırken bir yandan da kendi hikayesini anlatıyor. Bu noktada Jonathan Lee'nin dört karakteri için de dört ayrı ses ve dört ayrı dünya yaratabilmiş olması dikkat çekici ve takdire şayan.
Maraton koşar gibi
Hikayenin diğer yanında yazar günü dakikalara bölüyor ve dakikalarla isimlendirdiği bu bölümlerde mutlak gözlemci üçüncü gözü Joy'un iç dünyasına çeviriyor. Yazar bu bölümlerde Joy'un onulmaz mutsuzluğunun karanlık sularına daldırıyor okurunu. Soğukkanlılıkla intihar etmeye karar veren ve intiharından önce yarım kalan işlerini tamama erdirmeye çalışan Joy'un intiharı başta mantıklı bir gerekçeden uzak dursa da hikaye adım adım açılıyor ve Joy'un karanlık iç dünyası okurun gözünde gittikçe daha berrak bir hal alıyor. Bitmek bilmez suçluluk duygusu, saklamak zorunda olduğu sırları, tatminsiz kalan tutkuları ile Joy okurun gözleri önünde adım adım ete kemiğe bürünüyor.
Bir dönemin popüler macera dizisi 24'ü akıllara getiren bu kurgu sadece Joy'un iç dünyasını ortaya dökmekle kalmıyor, hikaye sona doğru ilerledikçe Joy'un muhteşem düşüşüne giden yolu heyecanla takip etmemizi de sağlıyor. Hem birçok çelişki, karanlık, kuşku barındıran hem de bildik polisiyelere benzemeyen kurgusuyla yazar sakin adımlarla başladığı bu hikayeyi koşar adımlarla bitiriyor, adeta bir maraton koşucusu gibi hareket ediyor. Ve sonunda bir volkan gibi patlayan ve o mermer zeminde boylu boyunca yatan Joy'u izlerken Joy'un yaptığının sorunlarının üstesinden gelmek olmadığını görüyoruz. O sadece İngilizlerin o meşhur mottosunu takip ediyor: Keep Calm and Carry On. Sakin Ol ve Devam Et. Tabii öyle bir şey mümkünse…
* Görsel: Rebecca Fels
Çok naziksiniz, ben teşekkür ederim. İyi okumalar.
Yorumunuzu çok sevdim... kitabı okuyacağım... teşekkürler
Yeni yorum gönder