Neden yolculuğa çıkılır: İş veya firar amaçlı değilse, “yeni yerler görmek, yeni insanlarla tanışmak,” diye özetlenir bu durum genellikle; yeni yerlerin önünde durup bakmak, yeni insanların risklerine, tehlikelerine açık olmak heyecan verir yolcuya. İnşa edilenin, manzaranın geometrisi/varlığın kimyası derken çıkılan yolculuk bir “fen meselesi,” şaşkınlık ya da mutluluk bir “matematik denklemi” olur. Canlısıyla, yeryüzüyle dünyayı müşahede altında tutma fırsatı yakalandı mı kaçırmamalı. Öğrenmekten çok gözetlemek diye adlandırdığım bu ferahlatıcı faaliyet, her şeyi bırakıp kendinize baştan başlayabileceğiniz bir adres ve yol arkadaşı arama çabası da sayılabilir mi acaba alttan alta; bunu tur acentalarında çalışan çılgın psikiyatrlara sormak gerekir.
Tuhaf: Olağan hayatlarla paralellik kurmak hepimize huzur verirken bize ters gelen uç hayatları merak etmekten de uzaklaşamıyoruz. Entrikalar, skandallar, cinayetler, seri katiller, tecavüzler, soykırımlar, işkenceler, savaşlar, ihanetler izlediğimiz, okuduğumuz, bilgi edinmek için can attığımız şeyler. “Ailece severek izlediğimiz diziler”, “bestseller romanlar”, “ödüllü filmler” hep buralardan besleniyor, eleştiri havasına bürünüp takipçi avcılığına soyunuyor. Hepimiz düşüyoruz zaman zaman bu hataya veya bile isteye yapıyoruz bu hatayı. Müşahede ile röntgencilik arasında salınan uygar kişi “her şeyi devletten bekleme” kuralına sadık kalıp barışı kendi tesis etmiyor mesela. Ötekileştirmeyi, ırkçılığı, cinsiyetçiliği yok saymıyor; devlet politikası neyi gerektirirse öyle düşünüyor, öyle harekete geçiyor, öyle yaşıyor ve öyle arzulamayı bir norm kabulleniyor. Yazının başlığının ilgisizce “Kafka’nın Herkesten Saklanan Sırrı” konması ve okurun bu tuzağı izlemesi, sırra erme saçmalığı hepimizin zaafı işte!
İnsan, üstüne binen vicdan, adalet gibi hiç de semai olmayan, tamamen bize dair hesaplaşmalardan boğulduğunda, köşeye sıkıştığında da yolculuğa çıkıyor alelacele. Farklılığın aslında tamamen bizim sıradanlığımızın çoğunluğundan kaynaklandığını kabule yaklaşmıyor. Etki-tepki, sebep-netice gibi felsefe alfabesinin temel taşlarına takılıp yere kapaklanmayı soylulaştırılmış ilkelliğine yakıştıramıyor. Yakıştıramadığından öfkeleniyor, nefret etmeyi öğreniyor ve güç uygulamayı hak sayıyor. Dünyaya yaşamaya değil, iktidar kurmaya/iktidardan yana olmaya geldiğine inanıyor ne yazık ki. Tüm çocuklara okuma yazma derslerinden sonra Şamanizm açıklanmalı – doğanın çağrısı “Vahşetin Çağrısı”na dönüşmeden.
İnsan, etki-tepki, sebep-netice gibi felsefe alfabesinin temel taşlarına takılıp yere kapaklanmayı soylulaştırılmış ilkelliğine yakıştıramıyor. Yakıştıramadığından öfkeleniyor, nefret etmeyi öğreniyor ve güç uygulamayı hak sayıyor.
Peki ama diğerlerinin hayatları hayatta kalmamıza bir engel oluşturmuyorsa, bir ölümcül tehlike değilse, bu olumlu/olumsuz ilgiyi sadece “sosyal bir canlı” olmakla açıklamaya kalkışmak açık seçik politik bir davranış, politik manevra hatta kendimizi kandırmak sayılmaz mı?
Kaçımız bir Scrabble Fabrikası’nda harf üretim ünitesinde işçi olarak çalıştık? Kalıptan dökülen onlarca harf rastgele etrafa saçılırken kaçımız yan yana gelen harflerin birdenbire oluşturduğu kelimelerin büyüsüne kapıldık ve her şey değişti? Kaçımız bu kelimelerden bir kurtarıcı tasvir ettik ve o kurtarıcının kurduğu cümlelerin ışığında devrim yapabildik?
Kimimiz harflerin, kimimiz sayıların peşinden gidiyor sonuçta; asıl ikilik bu. Ayrımcılık kaçınılmazsa tek doğru ayrışım yolu, çatal o.
Kapatıldığımız mağaradan çıkmak için ikiye ayrıldık; sayıların peşinden yukarı doğru gidenlerden bir daha haber alınamazken, harflerin peşinden aşağı, derinlerine doğru giden bizler başımıza gelecekleri hâlâ bilmemekteyiz.
Dünyanın Merkezine Tünel Kazmak adını vererek topladığı öykülerde Kevin Wilson, canımızı yakan gerçeklere gülmemizi, neşelendiğimizi iddia edeceğimiz parodilerde ise burulmamızı öneriyor. Yalnızlık bir hüzünden çok bırakılma ile ilgili onda. “Tuhaf: Olağan hayatlarla paralellik kurmak hepimize huzur verirken bize ters gelen uç hayatları merak etmekten de uzaklaşamıyoruz,” demiştim az önce. Olağan tanımının uç hayat üzerindeki baskısı “marjinal” sıfatıyla kapalı aşağıladığımız, bir yandan da özendiğimiz trajedileri doğurmuyor mu?
Kevin Wilson, belki de neyi kurcaladığını bir öyküsünün başına koyduğu William Saroyan’dan alıntıladığı şu sözlerle özetliyor: “İnsanın kendisi çer çöptür ve ömrü boyunca dünyaya çer çöpünü yığar… onun içinde yaşar. Ona bayılır. Ona tapar. Biriktirir ve başında nöbet tutar.”
Saroyan’ın kökleri Bitlis’e kadar uzanıyorsa, Wilson onu ciddiye alıyorsa, bu kitap yaz sıcağında epey keyiflendirecektir sizi. Beni iyileştirmeye yardımcı oldu diyebilirim. (Kitabın sonundaki ek bölüm şaşırtıcı. Madem konumuz meraktı; kitabı incelerken öğrenin onun ne olduğunu.)
* Görsel: Tayfun Pekdemir
Yeni yorum gönder