Kitaplarla belli bir zamandır iyi kötü haşır neşir olduktan sonra farklı ve şaşırtıcı şeyler aramaya başlıyorsunuz. Aslında bu garipsenecek bir durum değil. Çünkü bir şekilde ve belki istemsizce gelişiyor.
Peki, bunca yazılı çizili şey arasında ve konu darlığı içinde farklı olan nasıl bulunabilir? Daha doğrusu farklı olan nedir? Kestirmeden yanıtlamak gerekirse ortaya konanın oluşum sürecinde, kenarda köşede kalanlar ya da hiç var olmayanlar farklıdır.
Uzun zaman önce bir yerlere çiziktirilenlerin, “yeni” diye gün ışığına çıkarılışının heyecan uyandırması normal. Kayıp bir belge, göz önünde bir yazarın saklanmış veya okura ulaşmamış bir kitabı; tüm bunlar ortamı hareketlendirmeye yetiyor. Tabii bu hareketlenme, kafa karışıklığına da yol açabilir, o ayrı. Alexander Pechmann, bu zihin bulanıklığına takılıp “kimse tarafından okunmamış ya da geç farkına varılmış kitapların” peşine düşünce Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nin mantığı da belirlenmiş. Yok edilmiş, doğaya yenilmiş, tekrar yazılmış ya da imhaya kurban gitmiş metinler bunlar. Kayıp kitapların çekiciliği ve merak uyandırışı; “içeriğinden bağımsız olarak kendilerini özel ve canlı kılan yazgıları ve sırları”, Pechmann’ın ardından gittiği asıl mesele.
Yazarın omzunda bir yük
Konuya bir de şuradan bakmak lazım: Elde zaten yazılı, basılı ve okunmuşu varken olmayanı kovalamak, bir iz ya da ipucu aramak kaçıklık değil mi? Pek çok insana göre evet ama merak denen dürtü ve edebi hazineler bu “kaçıklığı” seyreltiyor. Pechmann da o cesaretle kayıp kitaplardan bir kütüphane kuruyor.
Çok değil, yüz yıl kadar önce yedekleme gibi bir alışkanlık olmadığından, çalınan elyazmalarını ya da daktilo edilmiş bir metni toparlamanın tek yolu notlardı. Fakat ya onlar da “artık işe yaramaz” denip çöpü boylamışsa? Geriye bir bardak soğuk su seçeneği kalıyor. Elbette ayrıntıları önemseyen bir dostunuz varsa bu yazgı tersine döndürülebiliyor. Malcom Lowry’nin ilk romanı, elyazmalarını çöpten kurtaran böyle bir dostu sayesinde oluşturulmuş.
Byron’ın hatıra defterlerinin yok edilip edilmeme çelişkisi ise aslında pek çok yazarın kimi notlarının, aynı ikilemle yayımlanıp yayımlanmamasına ilişkin bir gerçeği ortaya çıkarıyor: Kâğıda dökülmüş hatıralar acaba ileride birilerinin başına iş açar mı? Bu soru akla düştüğünde nice yazı çizinin tarihin çöplüğüne fırlatıldığı unutulmamalı. Ona, Mary Shelly’nin az daha ıska geçilmenin eşiğinden döndüğünü de ekleyin. Frankenstein’ın yazarının, 1997’de bulunan Maurice ya da Balıkçının Kulübesi adlı öyküsü, en az kült yapıtı kadar heyecan uyandırdı. Pechmann’ın anekdotlarına göre cesaret verilmeseydi, Shelly bu ikisini de yazmayıp hayatına umutsuzca devam edecekti.
İşin bir de “romantik” görülen tarafı var; elyazmalarının, günlüklerin ve roman taslaklarının ateşe atılması. Pechmann arka arkaya Thomas Mann ve Kafka örneklerini sıralıyor. Zihin bulanıklığı, çekingenlik ya da isteksizlik; her ne gerekçeyle olursa olsun yarattığını yok etmek, önü alınamaz tartışmaları bugüne taşıdı. Daha ilginci Pechmann, buradan çeşitli efsaneler ve yorumlar türetildiğini de söylüyor. Dolayısıyla edebiyatın kalabalık caddeleri, bu arka sokaklardan epey beslenmiş anlayacağınız.
Bir eseri ya da onun taslaklarını yok etmenin nedeni ne olabilir? Mahremiyet duygusu? Kızgınlık? Yayıncıya duyulan öfke?.. Bazen hiçbiri, kimi zaman birkaçı ve seyrek de olsa hepsi. Pechmann’ın burada ufak bir notu var: “Kimi eserler, kendilerine yükledikleri göreve canı sıkılan yazarların kaprisinin kurbanı oldu.” Bunlar dışında ihmal nedeniyle kaybolan, araya karışanlar ve el değiştirenler de var. Mesela Mary Shelly’nin Lodore’unun buhar olan son bölümü ve T. E. Lawrence’ın külliyatının kayboluşuna ramak kalması.
“Kitapların yakıldığı yerde insanlar itaat eder”
Yazılıp da kayıplara karışan veya kurtarılanların yanında, hiç kağıda dökülemeyen kitaplar da mevcut. Pechmann, tarihin derinine inince gerek o an elinin altında kalem kağıt bulunmaması yüzünden gerek zaman darlığı nedeniyle hayata geçmeyen kitaplar ve onların yazarlarından da bahsediyor. Robert Ranke Graves, Charles Baudelaire, William Wordsworth, Hart Crane ve Gustave Flaubert bunlardan birkaçı. Bu isimlerin yapıtları, çakılan bir kibritle yitip gitmiyor ama zamanın alevlerine yenik düşüyor. Tabii bir de zorbaların ve diktatörlerin fırınlarına sürülen kitaplar var ki o günler hatırlanmak istenmeyen türden. Pechmann’ın “uğursuz isteri” dediği bu uygulamanın özneleri, kendilerinin “döküntüyle savaştığını” söylüyordu. “Kitapların yakıldığı yerde insanlar itaat eder” gerçeği, o günlerde yaşananları özetliyor.
Pechmann için yakılıp yıkılanlar kadar kulaktan kulağa yayılan ve kitaplarda geçen kütüphaneler, tümüyle hayali değil ve gerçek kütüphaneler kadar önemli bir görevi yerine getiriyor; “kayıp kitaplarla ilgili değerli ipuçları veriyorlar.” Babil Kitaplığı ve Don Quijote’de geçen kütüphane gibi. Olmayan kütüphanenin rafları da yok kitaplarla dolup taşar haliyle. Savaşların ezip geçtiği İskenderiye ve Saraybosna Kütüphanesi, Pechmann’ın önemle vurguladığı örnekler. Onların, yazık bir geçmişin acı hatıraları olduğu ise tartışmasız.
Pechmann’ın önemsediği bir başka şey, sabırlı ve şansa inanan ama sonunda onuruyla başarısızlığa uğrayan yazarlar. Adı geçen başarısızlığın kaynağı belki de o yazarın, kendi okuyacağı kitaplar kaleme alması. Burada bencillikten öte, anlaşılmamadan dem vuruyor Pechmann. Bunun tersi de geçerli: “Büyük başarılara imza atmış yazarların çoğu, önünde sonunda okurların ilgisini kaybeder. Yaşarken yüzün üzerinde önemsiz kitabı yayımlanan W. Clark Russel gibi bir zamanlar kitapları bol birçok yazarı bugün kimse tanımaz. Bu yazarların kitapları da kayıptır aslında.” Bir de kitapsız yazarlar var; onlar, tutukluktan mustarip bu kesim için “beyaz kâğıt bir süre sonra sanatsal fikirleri yutan bir uçuruma” dönüşür.
Boş beyaz kağıt nasıl bir uçurumsa Pechmann’a göre cümlelerle “kirletilmiş” bir kağıt tomarı da esrarengiz olabilir. Yıllardır süren araştırmaların, pek çok eserin şifreleri ve gizemine odaklanması boşuna değil.
Binlerce kitabın ve elyazmasının yazılmayı, deşifre edilmeyi, bulunmayı ve okunmayı beklediğini söyleyen Pechmann, Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nde kaybolan, imha edilen, saklanan, ihmalin kurbanı olan ve yazarı tarafından yok edilen metinleri anlatıyor. Yazarın deyişiyle bunların bazısı “silik bir hayal ve anı, bazısı bir olasılık ve ağır ağır solup giden bir düşe” benziyor…
Yeni yorum gönder