Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kara kuşun şarkısı



Toplam oy: 1198
Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim, bir özgürlük anlatısı, bir anlamda bir çağrı. Kafesteki kuşun neden şakıdığını biliyoruz, kafesteki çocuğun duasını işitiyor, Maya Angelou gibi biz de kafesteki çocukların tekerlemesini kolayca belleğimize atıveriyoruz.

Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim yazar, şair, şarkıcı, dansçı, oyun yazarı, öğretmen Maya Angelou'nun hayatının ilk dönemini yani siyah bir kız çocuğunun yaşadıklarını anlattığı otobiyografisi. Everest Yayınları'nın Modern Klasikler dizisinin ilk kitaplarından biri.

 

"Kafesteki kuş neden şakır?" sorusu bizim coğrafyada yaygın olarak bilinen bir deyişi hatırlatıyor ilk anda. "Bülbülü altın kafese koymuşlar…" Bizim bülbül, güle olan aşkıyla ve altın kafesteki mahpusluğuyla sıkça anılır. Altın kafeste bülbülün, aheste ya da acılı öttüğü söylenir; altın kafeste de olsa "Ah yerim yurdum, toprağım, özgürlüğüm," diye şakır bizimki.

 

Maya Angelou'nun kitabının adı, ilk rastlanıldığında bizim topraklarda bülbüle dizilen bu özgürlük mısralarını anımsatıyor. Kapaktaki siyah çocuk resmi de okura, doğru yolda olduğunu fısıldıyor. Kafesteki bir kuş (bülbül de olsa, kara bir kuş da olsa, çirkin ördek de olsa, kafesi altından da olsa) çoğunlukla tutsaklığından ötürü acıyla ve aheste öter; bazense özgürleştiğinde yapabileceklerinin hayaliyle mest olup şakır. Maya'nın kuşunun neden şakıdığını ise biliyoruz ve kitaba epigraf olarak konan, Paul Laurence Dunbar'ın mısralarından dinleyip bir kere daha söylüyoruz bildiğimizi:

 

"Kafesteki kuş neden şakır bilirim, ah bilirim,/ Kanadı kırılmışken ve göğsünde bir sancı/ Özgürlük için dövdüğünde parmaklıkları/ Bu ne keyifli ne de neşeli bir şarkı / Bu kalbinin derinliklerinden çıkarıp yolladığı bir dua,/ Bu bir yakarış, Cennet'e ulaşmak için bir girişim/ Kafesteki kuş neden şakır bilirim"

 

Maya Angelou'nun kitabı daha ilk karşılaşmada hem adı hem de kapak fotoğrafıyla meramını belli ediyor. Arka kapak yazısıyla derdi netleşiyor, Müge İplikçi'nin önsözüyle ise okurun zihninde hiçbir muğlaklık kalmadığı gibi, kitap hakkındaki ilk izlenim derinleşiyor. Bu, ilk izlenim ya da fikir olmaktan çıkıp bizi de yola çıkarıyor, bizi kitabın içine sokuyor, ilk anki duygumuzu ve fikrimizi perçinleniyor. Müge İplikçi de kitabı, ilk rastlaşmasında anlamlandıranlardan, üstelik bu ilk rastlaşmayı da tutmuş zihninde. Kitabı o ilk görüşte alıp okumamış ama o anı, o adı, kapağı, o günü muhafaza etmiş. Gönüllü bir göçle konduğu uzak diyarlarda, içinin bunaldığı bir gün sürüklendiği bir kitapçı dükkanın vitrininde yüz yüze geliyor onunla ve şöyle anlatıyor o günü, "O gün kitabını almamıştım. Hatta o gün hiçbir kitap almamıştım. Sadece dükkânda gezinmiş ve hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıkmış güne devam etmiştim. Buna karşın oraya girerken yaşadığım sıkıntıdan eser kalmamıştı. (…) … vitrinde rastladığım Maya, sanırım, bambaşka bir mesaj vermişti o gün. Yerin yedi kat dibinden yeryüzüne çıkmaya cesaret edebilmiş bir kadın, bir insan olarak gülebilmenin gücünün ne olduğunu fısıldamıştı. Yaşama sevgiyle bakabilmenin dünyadaki en büyük direnme noktası olduğunu. Ne olursa olsun devam etmek gerektiğini."

 

Kafesteki çocuk ne şakır?

 

 

Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim'in bir özgürlük anlatısı, bir anlamda bir çağrı olduğunu daha ilk andan tahmin edebilmemizin sebebi biraz da kapaktaki çocuk yüzü ve kitabın, çocukluk dönemi yaşantısını anlattığı bilgisi. Çocukluk ve hemen sonrasındaki ergenlik/ilk gençlik, özgürlük nidalarının en çok havada uçuştuğu zamanlardır. Tutsak bir ırka mensup olmasanız da, hayatınızın bu dönemleri özgürlüğü düşünerek ve arzulayarak geçer. Çocuklar bildik anlamda tutsak olmasa da ev, aile, okul bazen onlar için altından da olsa birer kafestir. Ev, sığınak, evden kaçmak, geri dönmek ya da dönememek, okulu kırmak, yola çıkmak, deli kan, kavak yelleri… Çocukluk hele ki ergenlik neredeyse klişe bir biçimde isyanı çağrıştırır bize. Maya'nın metni biraz kapaktaki çocuk yüzü nedeniyle biraz da yedi kitaplık bir hayat hikayesinin ilk cildi olması yani uzun bir ömrün çocukluk/büyüme yıllarını anlatacak olması sebebiyle çocukluk ve özgürlük bağlantısı kurmaya yönlendirir bizi. Çocukluğa geri dönebilmenin ve çocukluk anlatısı olmanın, nostaljinin hazzı önden görülür bu metinde. Maya da kendi çocukluk hikayesini anlatırken o bildik ayrılma ya da dönme ikilemine değinmiştir, "Çocukluğun tüm cevapsız soruları, nihayetinde kasabaya geri devredilmeli ve orada cevaplanmalıdır." Çocukluktaki gizemin, çocukluktaki soruların mutlak bir cevabı/karşılığı belki de hiç olmayacaktır. Bunun için yolculuklar yapılır, eve geri dönülür, albümler, defterler, sandıklar açılır; hayatımızın o evresi tekrar tekrar yazılabilecek, her sorusu her defasında farklı cevaplanabilecek bir potansiyel taşır. Belki de bu nedenle çekicidir çocukluk anlatıları. Kökleri görmek için sürekli toprağı eşelemek… Sonunda, toprağın altındaki o manzaraya erişebilmek hayali nedeniyle zevk verir. İplikçi'nin, kitabın önsözünde belirttiği üzere, elbette "Maya gibi kadınların büyümesi, çok daha erken" olmuştur ama yine devamında dendiği gibi, " (bu) onunla arkadaş olmamıza engel değil." Maya gibi bir kadının, kadınlığa farklı güçlüklerin arasında adım atmış bir küçük kızın arkadaşlığının bize çok şey katacağı muhakkak.

 

Kafesteki kuşun neden şakıdığını biliyoruz, kafesteki çocuğun duasını işitiyor, Maya gibi biz de kafesteki çocukların, bize arkadaş çocukların tekerlemesini kolayca belleğimize atıveriyoruz:

 

"Teker, meker, tuzlu kraker

Teker meker, bum

Teker meker, tuzlu kraker,

Seni seviyorum."

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.