Asilerin, kaybedenlerin, hayalperestlerin, küfürbazların, günahkarların, beyaz zencilerin, aşağı tırmananların, yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, uçurumdan atlayanların dili, sesi olan yeraltı edebiyatı Çıplak Şölen’den ve Trainspotting’den bu yana yeni bir başyapıt kazandı. Galler’in Ruhu Ejderha (GRE), geri planında Jack Kerouac, Richard Brautigan, Jean Genet, Irvine Welsh ve William S. Burroughs gibi yazarların olduğu bir geleneğin son büyük halkası. Bu romanı coşkun bir heyecanla karşılamamın birçok nedeni var. Bunlardan birincisi yazarın karakter yaratmakla kalmayıp, karakterlerini ete kemiğe büründürmek ve dillendirmekteki başarısı. Bir diğeri ise sürükleyicilik.
Romanda Galler’in batı kıyısında dağlarla deniz arasına sıkışmış küçük bir kasabada, bir grup aylak gencin uyuşturucunun, suçun, yalnızlığın ve gayesizliğin kollarında verdikleri hayatta kalma ya da hayatı yakma serüvenleri anlatılıyor. Yazar, kahramanlarının hepsine ayrı ayrı söz vermiş. Yani romanın kahramanları aynı zamanda anlatıcıları da. Fakat romanın anlatıcıları sürekli değişse de, değişmeyen bir şey var: Yalnızlığa, umutsuzluğa, kalp kırıklıklarına, parasızlığa, alkole ve her türden uyuşturucuya bağlı psikozlara ve tüm bunlara bağlı öfkeye eşlik eden –bunlardan doğan ve aynı anda bunları doğuran- kocaman bir anlamsızlık duygusu. 600 sayfalık romanın en komik, en trajikomik kısımlarında bile (ki bunlardan bolca var) “Bütün bunlara neden katlanmak zorundayım,” sorusu duyurur kendini. “Bütün bunların anlamı ne,” diye düşünen bir grup kafası güzel, aylak insanın üzerinden vızır vızır savaş uçakları uçmaktadır bu arada.
Savaş uçakları bir metafor değil; bildiğiniz, gerçek savaş uçakları. Etkileri ise hayli metaforik. Roman boyunca aniden ortaya çıkan uçak sesleri, sürekli alkol ve uyuşturucu kafası yaşayan kahramanların yaşadıkları kaygıyı, korkuyu ve anksiyeteyi tetikleme ve derinleştirme efekti olarak hayli işlevsel olarak kullanılmış. Ülkemizde ise bu sesi en çok İç Anadolu bölgesinde yaşayanlar bilir, bir de elbet Güneydoğu’da ve Diyarbakır’da...
Romanın geçtiği Galler, Büyük Britanya’nın (Gerçekte krallığın kuzeybatısında yer alsa da) güneydoğusunda. Ülkenin adı, Sakson dilinde yabancı anlamına gelen Walha (Wales) sözcüğünden türemiş. İngilizlerin, soyları bu topraklara M.Ö 55’te yerleşen Keltler’e dayanan Galliler’i “yabancı” diye nitelemesindeki ironiyi mizah anlayışınıza teslim ettikten sonra günümüze geliyorum.
Günümüzde Galliler Britanya’nın kıroları olarak bilinirler. İngilizler Galliler için taffy (şekerleme), trog (mağara adamı), sheepshager (koyun düzücü) gibi sıfatlar kullanırlar. Galler bölgesi yüzyıllar süren bir asimilasyon ve aşağılama politikasına maruz kalmış. Galler’de Galce sadece son 100 yıldır serbest ama artık çoğu Galli kendi dilini unutmuş durumda. Buna rağmen İngilizler, Kelt ruhunu bu topraklardan söküp atmayı başaramamışlar zira büyücüler, ejderhalar ve efsaneler ülkesi Galler yüzlerce yıllık İngiliz şovenizmine direnmiş ve kültürünü, kimliğini muhafaza etmiş. Galler halkının büyük çoğunluğu memleketleri sorulduğunda ısrarla (İngiltere değil) Walles cevabını veriyorlar ve gençler dillerini öğrenmek için kurslara gidiyorlar. Bu arada Galler’de İngilizce’nin yanı sıra Galce de eğitim dili ve bu durum Büyük Britanya’ya herhangi bir zarar vermiş gibi görünmüyor.
Öfkelenmekte haklısınız
Aylak, alkol ve uyuşturucu bağımlısı desek de hikayeleri anlatanlar hepten boş çocuklar değiller elbette. Galler ruhu taşımak ve yaşadıkları asimilasyon konularında son derece bilinçliler. Hayattan çok şey öğrendiklerini ve bunu üniversitelerde asla öğrenemeyeceklerini düşünüyorlar:
“Artık öğrenciler ilgilerine ya da yeteneklerine göre üniversitelere girmiyorlar; açıkçası o yerlere girebiliyorlar çünkü buna bal gibi paraları yetiyor. Bunun maliyetini onların yerine annecikleri ya da babacıkları karşılayacağı için. Bugün çoğu öğrencinin beş para etmez olması bundan: Tartışma götürmez ayrıcalıklara sahipler. (...) Aslında bunlara da ihtiyaçları yok zaten. Demek istiyorum ki dosdoğru babalarının şirketlerindeki bir işe falan girecekler, veya babalarının arkadaşlarından birinin. Zengin piçler! Diplomaya gerçekten ihtiyacı olanlarınsa artık buna paraları yetmiyor. Yarabbi. Bunaldım ve canımdan bezdim, nefretle ve tiksintiyle doluyum. Her şeye karşı. Alayına.”
Romanın her satırına sinen öfkenin ve isyanın geri planında varoluşsal nedenler var. Bu nedenler romanı bir asi gençlik ya da canki romanı olmaktan kurtarıp, evrenselleştiriyor. Hanginiz Malcolm ile aynı duyguları hissetmediniz:
“Evet, boktan bir hayat bu. Tam bir kızıl şaka. Bir dahaki sefere biri sana neden uyuşturucu kullanıyorsun diye sorarsa, onlara şu berbat hayatları özetlesen fazlasıyla yeter: Dünyaya geliş travması ve dayanılmaz bir çocukluk, irin ve insanın içini kıyan bir özgüven eksikliği ile geçirilen bir ergenlik, vücudunda ve zihninde ortaya çıkan değişikliklere şaşakalma, okul eziyeti, ardından başarılı olup bir işe girmen için yaşadığın manevi baskı, şu kısacık ömrünün elli yılını harcayıp nefret edeceğin ama kaybetmekten de acayip korkacağın ve sürdürmek için cinayet bile işleyebileceğin bir iş, istisnasız senden daha çirkin, habis ve çok daha değersiz ama seni kul köle eden biri tarafından denetim altına alınmak ve ne için? Ne için? Doludizgin bunamak, çişini altına kaçırmak, salyanı gömleğinin önüne akıtmak ve ardından da o uçsuz bucaksız karanlık için: Ölüm. Kahretsin. Hiç umut yok. Hiç unut yok. Hepimizin sonu kötü ve hepimizin canına okunmuş.”
Biraz da Colm’e kulak verelim:
“Son zamanlarda TV programlarında okunan gazel şu: Dert etme, saçlarını iğrenç bir şekle sokman sorun değildi, operaya veya lokantaya giderken evsiz barksızları çiğnemen gerçekten sorun değildi, her ne pahasına olursa olsun ihtiyacından fazlasını kazanman gerçekten sorun değildi; dert etme, herkes böyle davranıyordu. Daha fazlasını ve daha fazlasını istemek sorun değildi. Daha fazla araba, daha fazla takım elbise, daha fazla tatil. Aç gözlü, gaspçı, ezici bir aşağılık olmak gerçekten sorun değildi. Tanrım, bu rezil insanlar… Canları sadece mümkün olan her türlü alçakça yolla hak etmedikleri miktarlarda para kazanmayı çekmekle kalmıyor, bunu yaparken de hiç vicdan azabı duymamak istiyorlar.”
Colm, delirmekte haklı. Anlam veremediğimiz bir hayatın bir de diz boyu adaletsizlikle lekelenmesinin boğuntusu bu yaşadığımız. Burroughs, “Lüksü dengeleyen keskin bir karşıtlık olarak sokaklarda açlık, korku ve tehlike kol geziyor,” demişti. Afrika’da açlıktan ölen çocuklara henüz sıra gelmeden Avrapa’nın göbeğinde yaşayan Margaret’in yakınmalarına bakalım:
"Paranın gözü kör olsun. Canımı sıkan aslında büyük şeyler değil. Yani iyi yiyecek, iyi giysi, cd çalar sahibi olamamak falan gibi konulara bozulmuyorum. Hayır küçük şeyler, insana asıl koyan bunlar. Kahvaltıda kuru tost yiyip sade kahve içmek, sigara sarmak için kül tablalarından izmarit toplamak, çamaşırhanedeki kahrolası makinelere paran yetmediği için elbiselerini küvette yıkamak zorunda kalmak, kıçını tuvalet kağıdının temiz tarafıyla bir kere daha silmek, tamponlarının bitmesi ve yenisini alacak paranın olmaması yüzünden apış arana kağıt havlu tıkıştırmak, bunun sürtündükçe canını acıtması… İşsizlik çekim gelmiş midir diye posta kutuma baktığımda çıka çıka ne çıksa beğenirsin? Faturalar: Doğal gaz, elektrik, emlak vergisi ve kira borcu. Bunun zinhar sonu yok. Sanki meteliksizliğe gene de katlanılabilir. İstisnasız kendim için bile tek kuruşum yokken, bir de onlara para vermemi talep eden, dairelerdeki o lanet, yüzsüz, ciğeri beş para etmezler. Yapacak bir şey yok. Yapabileceğim hiçbir şey yok. Tanrım. Ne biçim bir dünya bu be."
Griffiths, Kerouac ve Burroughs’un sesini özleyenler için ilaç gibi gelecek bir roman yazmış. Edebiyatın işlevi konusunda kafanızda yanıtı müphem sorular varsa eğer, bu sorulara Galler’den bir yanıt geliyor: "Bu kahrolası dünyada yalnız değilsiniz. Bu kadar çok öfkelenmekte haksız değilsiniz."
İşte buradan, bu birliktelikten umut doğuyor. Karanlık, tekinsiz, rahatsız edici 600 yüz sayfalık bir metin aracılığıyla üstelik.
* Görsel: Burcu Günister
Yeni yorum gönder