Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Karlar altında cehennem



Toplam oy: 1487
Gaetan Soucy
Can Yayınları
Yazarın zihnindeki hikaye bir tür noktaları birleştirme oyununa benziyor. Ancak noktalar hem çok karıştığı, hem de numaralandırılmamış olduğundan okur tarafından düzgün birleştirilemiyor ve her seferinde başka bir resim çıkıyor ortaya.

İnsan günah işleyebilen hayvandır. Ve tek tanrılı dinlere göre kişi işlediği her günahın bedelini mutlak surette ödeyecektir. Bu bedel çoğu kez cehennemle ilişkilendirilir ve cehennem de kuşkusuz ateşle… Hatta kutsal metinlerde cehennem tasvirleri kimi zaman o kadar canlıdır ki cennetin tükenmek bilmez nimetleri bile sönük kalır yanında. Fakat kimi günahların hesabı öteki dünyaya kalmaz, defterimiz daha yaşarken dürülüverir. Cehennem de sandığınız kadar sıcak olmayabilir. Hatta kim bilir, belki karlar altındadır!

 

Gaétan Soucy’ye ait ve Can Yayınları’ndan çıkmış olan Kefaret tam da bu türden, karlar altında bir cehennemde geçiyor. Geride bıraktıkları ile varmaya çalıştıkları arasında sıkışmış kahramanımız Louis’in henüz romanın başında gözünü kara saplanmış bir arabanın içinde açması boşuna değil. Böylelikle kendimizi daha baştan sıkışmışlık hissine kaptırmış oluyoruz. Önü, arkası karla kapanmış bir arafta geçiyor sanki bütün hikaye. Mekanlar da buna uygun olarak seçilmiş; bir tren garı, misafir olunan bir ev, org sesleriyle çınlayan bir kilise… Ayrıca Kanada’nın yılın büyük bir kısmında karla kaplı ve soğuk ilkimi de mekanlar için güzel bir fon oluşturuyor.

 

Noktaları birleştirme oyunu

 

 

Hikaye belli ki uzun bir süreçte, adım adım oluşmuş yazarın zihninde ve yazar ayrıntılar üzerine epey düşünmüş. Fakat ne yazık ki kağıda dökülen hikaye yazarın zihnindeki kadar net değil. Anlatımdaki kapalılık okurun hikayeye adapte olmasını oldukça güçleştiriyor. Louis’in romanın başında varmaya çalıştığı kasabadan yıllar evvel pek hoş olmayan bir biçimde ayrıldığının farkındayız fakat bunca yıl sonra geri dönüşünün gerekçesinden bihaberiz. Louis’in ağırlığı altında ezildiği bir günahtan bahsediliyor fakat bu günahın konusu tümüyle belirsiz. Tek bildiğimiz bu konunun Louis’in yanlarına ulaşmaya çalıştığı Alman asıllı Von Craft ailesi ile bir bağlantısı olduğu ve bu geri dönüşün altında bir tür yüzleşme beklentisi yattığı. Bu gizem olay örgüsü içinde yer alan her ayrıntıya yoğun bir dikkat vermemize sebep oluyor. Okur tıpkı bir polisiye okuru gibi ayrıntıların peşine düşüyor. Bir adaşlık durumu, eski bir mektup, çantaya tıkılan bir fare kapanı zihnimizde çözümlenmeyi bekleyen gizemi körüklüyor.

 

Kahramanımızın nihayet Von Craft ailesinin yanına varması da gizemi çözmemize yardımcı olmuyor ne yazık ki, aksine bizi başka gizemlerin içine sürükleyiveriyor. Bu sayede Louis’in asıl aradığının Von Craft ailesinin ikiz kızlarından Julia olduğunu öğreniyoruz. Artık yetişkin birer kadın olan bu ikizlerin (ve özellikle Julia’nın) çocukluk yıllarında müzik öğretmeni olan Louis ile bir alakası olduğu kesin. Fakat kitaptaki diğer tüm unsurlar gibi bu ilişki de son derece bulanık ve belirsiz. Ancak ikili konuşmalarda yapılan birtakım göndermeler bu ilişkinin cinsel bir içeriği de olduğu hissini uyandırıyor. Louis ve Julia arasında sürekli beklenen, fakat bir türlü gerçekleşmeyen bir karşılaşma, yüzleşme de okurda büyük bir tatminsizlik yaratıyor.

 

Aslında kitap birçok ipucu içeriyor fakat bu ipuçları bir fırtına neticesinde birbirlerinden çok uzağa savrulmuş gibiler. Aslına bakarsanız kitaptaki unsurlar daha ziyade hukuktaki “delil başlangıcı” kavramına karşılık geliyor; derin bir şüphe uyandırıyor fakat asla kesin bir şeye dalalet etmiyor. Bir noktadan sonra sürekli önümüze sunulan, ama bir türlü devamı getirilmeyen durumlar karşısında yine romandaki bir kahramanın ağzından alıntılamadan edemiyorsunuz: “Aramızda kalsın, söylesenize, gerçekten ne yapmaya gittiniz oraya?” Ancak ne yazık ki bu soru da romandaki bir kahramanın dilinin ucuna kadar gelen ve sonra yutulan bir soru olarak kalıyor. Dolayısıyla bir cevap da verilemiyor.

 

Bu sorunun cevabı yazarın zihninde muhakkak vardır diye düşünüyorum. Bana sorarsanız yazarın zihnindeki hikaye bir tür noktaları birleştirme oyununa benziyor. Ancak noktalar hem çok karıştığı, hem de numaralandırılmamış olduğundan okur tarafından düzgün birleştirilemiyor ve her seferinde başka bir resim çıkıyor ortaya. Sonuç olarak sorulardan mütevellit, cevaplardan mahrum bırakıldığımız bir metinle karşı karşıyayız. Bize sunulan doneler de tatmin edici bir cevap oluşturmamıza yetmiyor ne yazık ki. Sanki romanın tümü bir girizgahtan ibaretmiş gibi. Bir trajedi havasında gelişen hikaye trajedinin temel unsurlarından katharsisi barındırmıyor.

 

Son sayfayı okuyup kitabı kapattığınızda ise tek cümlelik bir çıkarım beliriyor zihninizde. Louis: Gölgeler ve vehimler arasında, rüzgarla beraber savrulan bir adam…

 


 

* Fotoğraf: Olaf Otto Becker

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Karla kaplı alanlara karşı şahsi bir duygum yok ancak romanın yarattığı atmosfer bakımından bu tanımlamayı uygun buldum.
Sevgiler.

31%
69%

Bu kitabı almayı düşünmüştüm epeyce de incelemedim ama bir his engel oldu almadım... yorumunuz çok faydalı oldu teşekkürler... aramızdaki tek fark karlarla kaplı alanları çok severim bana özgürlük duygusu verir...

39%
61%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.