Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Komünist Bir Kocakarıyım



Toplam oy: 1238
Dan Lungu
Apollon Yayıncılık

Geçtiğimiz ay Berlin duvarının yıkılışının 20. yıldönümü değişik Avrupa ülkelerinde törenlerle kutlandı. Sosyalizm, komünizm, reel-sosyalizm, doğu bloku... Her ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın insanlık tarihinin bu en önemli evrelerinden birisi bizzat yaşayanlar tarafından da, “dışardaki” sempatizanları ve karşıtları tarafından da bilimsel, sanatsal farklı açılardan değerlendirilmeye ve eleştirilmeye devam ediyor ve uzunca bir süre de edecek. Özellikle devlet arşivlerinden çıkan yeni bilgiler yeni tartışmaları, yorumları tetikliyor.

Dan Lungu çağdaş Romanya edebiyatının öncü isimlerinden birisi, “Komünist Bir Kocakarıyım” Türkçeye çevrilen ilk kitabı. Lungu aynı zamanda bir sosyolog. 1969 doğumlu olduğu için çocuk ve ergen olarak Çavuşesku Romanyasının ve sonrasındaki kapitalist liberal açılımın birinci elden tanığı.

Komünist Bir Kocakarıyım (KBK) rahatça okunan romanlardan. Lungu minimalist ve akıcı bir dille yazıyor. Kendisini yeni gerçekçilik akımına, özellikle de akımın mikro toplumsal kanadına yakın hissettiğini beyan ediyor. Nitekim kahramanımızın ağzından Sosyalist ve Kapitalist Romanyaların fıkralar, söylencelerle desteklenen, gündelik ve sade bir dille kotarılan başarılı bir betimlemesini okuyoruz. Okuyucuyu bir kaç cümlede bugün ve geçmiş arasında örülmüş kurgunun içinde Romanya'nın sıradan insanlarının gündelik hayat atmosferinin içine yerleştirmeyi başarıyor. Bir yazar olarak Lungu hakkında daha fazla bilgi edinmek için diğer kitaplarının çevirilerine ihtiyacımız var.

Kahramanımız Emilia bir köyde doğmuş, gençliğinde kente göçmüş, işçi olarak çalışmış yaşlı bir emeklidir. Kızı Alice Kanada'ya göç etmiştir. Bir gün telefon eder ve Emilia'ya bir damat adayı ile ziyaretlerine geleceklerini bildirir. Farklı kültürden bir insanla tanışacak olmak, onu kendi mütevazı koşulları içinde ağırlamak ve bir damat olarak sınamak düşüncesi Emilia ve kocasına telaşlı anlar yaşatır. Damat sınavı geçer, Alice ile birlikte Kanada'ya geri dönerler. Bir süre sonra Alice annesini arayarak bir sonraki pazar günü yapılacak genel seçimlerde oyunu hangi partiye vereceğini sorar. Yurtdışındaki romenler derneği anti-komünist bir kampanya yürütmektedir ve Alice de bu kampanyayı aktif olarak desteklemekte, annesinin de desteklemesini istemektedir. Emilia ise Komünistlere oy vermeyi düşünmektedir. Aslında militan bir komünist değildir, hiç olmamıştır, partiye üyeliği geç bir zamanda ve tesadüfen gerçekleşmiştir, yani sıradan bir komünist bile sayılmayabilir. Peki o halde, Emilia'nın geçmişe özlem duymasına neden olan olgular nelerdir, sıradan bir işçi (belki biraz şanslı bir işçi) kadının uslamlamasında iki sistem arasındaki farklar nelerdir ve bu sorgulama süreci sonucunda Emilia kararını değiştirecek midir?

Bürokratik ve totaliter rejimler doğaları gereği içerdikleri ve uyguladıkları şiddetle beraber insanların gündelik hayatına getirdikleri saçmalıklarla da betimlenebilirler. Ayrıca bu şiddetten kendine özgü bir mizah doğar. Ağırlıklı olarak fıkralarla hayat bulan bu mizahın Romen versiyonuna a romanda bolca tanık oluyorz. Bu tür toplumsal örgütlenmelerin gündelik hayatın ve ekonominin her noktasını kontrol etme ve her ihtiyacı merkezi olarak karşılama çabasının başarısızlığı insanların gündelik hayat ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu ile karşılaşınca ikinci bir illegal sistemin (geniş bir karaborsa ağı gibi) doğması kaçınılmaz olur. Değiş tokuş sistemleri, devlet kaynaklarının kişisel ihtiyaçlar doğrultusunda kullanılması (hırsızlık?), gizli bireysel tarımsal ya da zanaat üretim... Yan yana iç içe yaşayan ve birbirinden beslenen iki yapı. Bürokrasi ve diktatörlüğün elit tabakası ile halk arasında ayrıcalıklar nedeni ile gittikçe açılan uçurum, en tepedeki diktatör dışında herkesin içinde bilerek rol aldığı traji-komik büyük bir oyuna dönüşür. Ancak elbette bu büyük yapı-oyun içerisinde her bireyin durduğu noktadan farklı bir perspektif seçilir. Uygun bir kavşakta durmak, diktatörlüğün şiddetine doğrudan maruz kalmaya neden olacak bir noktada olmamak, çok sıradan bir vatandaş olsanız bile görece tasasız bir gündelik yaşamı garanti edebilir.

“Tanrım komünizmde ne kadar iyiydi hayatımız!
Şimdi de o zamanların sefasının yarısı olsa, memnun olurum. Ne yarısı, bir çeyrek için bile Tanrı razı olsun derim. Her istediğim şeye sahip oldum. O zamanlarda fazla bir şey istemiyordum doğrusu. Neden bilmiyorum, ama fazla bir şey istemiyordum. Sanırım parayla o kadar çok şey yapılabildiğini bilmiyordum şimdiki gibi. Ancak o dünyada gönlümün her istediği vardı bende.”

“O dünyada” Emilia'nın gönlünün her istediği vardır hatta iyi kötü bir arabaları bile vardır oysa “şimdi ihtiyacım olsa bir kaykay bile alamam.” Sonra o dünyada fabrikalardan diledikleri kadar hammadde “tedarik” edebilirlerken “bugün ise Romanya'daki fabrikalarda bir demir parçasını el feneriyle arıyorsun. Her şey harap oldu.”

Lungu'nun gönlü ne o dünyada ne bugünde. Lungu fenerini geçmişte ve bugünde sıradan insanın  evine, odasına, işyerine tutuyor. Karı koca diktatör Çavuşesku'lara da yine aynı noktadan sokaktaki insanın hayatında kapladıkları yerden bakıyor. KBK, Emilia'nın romanı olmayı başarıyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.