Görememek, gözlerini kapatmak yahut bir engel olarak körlüğün yanına, görme eylemini hiç tadamamanın sonucu bu duyunun bir/birkaç nesil sonra tamamen yitirilişini de eklemek gerekebilir ileriki zamanlarda. Görmek doğal ve istemsiz olduğu kadar bir arzu, bir merak, bir ilgi eylemidir çünkü. Daha iyi görebilmek için yaklaşılabilir, daha geniş görebilmek için uzaklaşılabilir; görmek istememek ise bir akıl oyunudur; bir tercih, bir ret mekanizması olarak da işler/işletilir. Gözlerini yumanların, yumulmasına izin verenlerin bambaşka hesapları vardır. Görmeyi istemediği şeyleri unutur ve onların yerine hayal ettiği, kurgu bir dünya oturtur. Başta romantizm, hatta saflık/temizlik derecesinde iyi niyet taşıdığı düşünebilecek bu tavır aslında tamamen muhafazakarlıkla ilintilidir. Böyle travmatik bir kör, gözlerinin olmadığına, onların bir hastalık çukurundan ibaret yaradılış hatası diye adlandırılması gerektiğine inanır. Gözü olanın, görenin tedavi edilmesi kaçınılmazdır. Tedavi ise bellidir: Gözlerinin çıkartılması.
Bu tür körler, gören birini alayla karşılayacak, onu cehaletle, delilikle suçlayacaklardır. Gerçeğin yeniden tanımlanmasının aralarında kimseye faydası yoktur ve zaten gerçek tanımlanamaz; onlara göre gerçek hissedildiği, mistik öğeler barındırdığı ölçüde geçerlidir. Maddesel bir karşılığının olması onu var etmez. Görmedikçe geliştirdiklerini savundukları diğer duyuları, inançlarıyla hayatta kalmayı başarabilmişlerdir – yeni bir gerçek tanımı onlar için lüzumsuz, tehlikeli, günah ve haramdır.
Öte yandan gören kişi bu tür travmatik körlerin arasında kendi üstünlüğünün kibrine kapılabilir; körlere görmenin güzelliğini, avantajlarını anlatmaya çalışırken krallığının tadını çıkartır. Başta bir eğitim, yardım olarak başlayan bu yakınlaşma gitgide bir otorite kurma, itaat ortamı doğuracaktır. Körlerin aydınlanması için verilen savaşta gözleri gören hükmetmenin heyecanına kapılacak, körlerin kör kalmasını/körlerin körlüğünden utanmasını öğrenmelerini yeterli, iktidarı adına da doğru bir hamle sayacaktır. Fark edemediği şey, travmatik körlerin yıllara uzanan dayanışması, ortak bir lisan geliştirmiş olma şansları ve varlıklarını böyle koruma inatlarıdır.
Aydınlanmanın ütopyası
Kör, görmediği için mutsuz değildir. Gören, körler görmediği için mutsuzdur. Bu çetrefil, sosyolojik bir çatışmanın fitilini ateşler hep: Müdahale hakkının nereden edinildiği ve sonuçlarına birilerinin katlanıp katlanmayacağı. Sürekli gerçeğin yeniden tanımlanması tartışılacak ve her iki taraf da kendi düzenini sürdürmek, kalıcılığını görüşte kanıtlamak uğraşı verecektir: Aydınlanmanın ütopyasında liderliğini ilan eden ile karanlığa gömülmenin zavallılığında cahilliğiyle övünenin kapışması.
H. G. Wells bilimkurgu hayranlarının, özellikle de klasik severlerin çok iyi bildikleri bir isim. Bu alanın üstatlarından biri olduğuna herkes hemfikir. Körler Ülkesi, romandan çok uzun bir hikaye; çağdaş insandan mesafeli, bir vadiye gömülmüş tuhaf bir kabilenin ve rastlantı sonucu oraya düşen şehirli bir dağcının ilişkisi üzerine yazılmış, çarpıcı bir kitap. Kabile nesillerdir kör, gözleri körelmiş/sonuçta da tüm yaşam koşulları, inançlar, sabitler körlük üzerine inşa edilmiş. Oysa dağcı görmenin erdemi, zevkleriyle bütünleşmiş. Dağcının mı onları, onların mı dağcıyı ikna edebileceğini okura bırakırken özellikle Evrim Öncül’ün düzgün, lezzetli çevirisinden de söz etmeli. Usta yazarı çevirirken yormayan bir nakkaş gibi çalışmış. Kitabı resimleyen Elena Ferrándiz de atlanmamalı; bir film gibi akan anlatıda olayların geçtiği dağlar, vadi, dağcı ve körler Elena’nın müthiş illüstrasyonlarıyla görsellik kazanıyor.
H. G. Wells’in Körler Ülkesi’ni okurken bunun bir bilimkurgu türü ürünü olmadığı hissine kapıldım bir ara; bahsedilen vadi çok tanıdık geldi – sanki penceremin dışındaydı. Yaşadığım coğrafyada böylesi travmatik körler ve dağcılar arasında ben kimlerden sayılıyordum acaba?
Büyük olasılık, okurken sizler de aynı ürkütücü durumla yüzleşeceksiniz.
Yeni yorum gönder