Yeni romanı “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey”de -önceki romanlarındakine benzer- klostrofobik bir atmosfer yaratmış Mine Söğüt. Bir kez daha kötülükle yoğrulmuş masallar anlatıyor. “Beş Sevim Apartmanı” (2003), “Kırmızı Zaman” (2004) ve “Şahbaz'ın Harikulade Yılı”nda (2007) kullandığı parçalı kurgusunu, karakterlerin simgesel niteliklerini değiştirmemiş. Zamanların zamanlara, mekanların mekanlara karıştığı, kaderlerin rastlantılarla yazıldığı, kötülüğün hüküm sürdüğü Mine Söğüt masalları olağanüstünün sınırlarında dolaşıyor. Bu nedenle “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey”in doğrusal bir zaman dizimi içinde özetlemenin romana haksızlık etmek anlamına geleceğini düşünüyorum. Bunun yerine birbirinden tuhaf karakterleri üzerinde durmak gerekir. “Kara Yalı’da gizlenen Madam Arthur Bey, eski fotoğrafların izinde romanını yazan Olcayto Ran, yangınların ve ölümlerin dilsiz kadını Maria, eski sevgili Keşşaf Hanuman, her şeyi bilen, “kendini edepsizlik uçurumun”a hayat kadını Nagehan, kimliğini arayan Şehnaz Hanuman, bütün cinayetlerin tek tanığı antikacı Kedileş, Kara Yalı’da kaybolmuş baba Ruhat Ran...”
Mine Söğüt’ün kurmaca dünyasında rastladıklarımız; hepsi de bir hayat, bir kimlik arayan, yaşadıkları hayatı anlamlandırmaya ya da kaderlerinden kaçmaya çalışan mutsuz insanlar. Kuşkusuz hepsinden önemlisi romanın başkahramanı Madam Arthur Bey. Adından da anlamışsınızdır; o, hem ‘Madam’ hem ‘Bey’. Yani bir “kadınadam”. Ama daha önemlisi Kara Yalı’nın sahibi Madam Arthur Bey, tıpkı önceki romanındaki Şahbaz gibi kötülüğün temsilcisi... Düşlerde dolaşan kara kuşa göre;
“Madam Arthur Bey kötü kalpli bir şamandır. Zamanlardan zamanlara geçer. Her geçtiği zamanı yok eder. Onun hayatındaki yalanları uç uca ekleseniz, dünyanın etrafını defalarca dolanan ve onu ve sizi ve bizi ve hepimizi sıkarak boğan dev bir yılan olur. Madam Arthur Bey’in geçmişini bir deşseniz, bugüne kadar yeryüzünde ölmüş ne kadar insan varsa hepsini sığdırabileceğiniz dar ve derin, çok derin, uçurum gibi derin bir mezar olur. Hayata Madam Arthur Bey’in gözlerinden baksanız daha önce hiç görülmemiş renkler görür, korkarsınız. Etrafı onun kulaklarıyla dinleseniz inanılmaz sesler duyar, ürperirsiniz. Ve onun burnuyla koklasanız havayı, başınız döner, olduğunuz yere yığılırsınız. Onun tüm algıları diğer sıradan insanların algılarından şeytanidir. Ve hayatındaki her şey ama her şey diğer sıradan insanların hayatındaki milyarlarca şeyden daha kalabalık, daha cazip ve daha delidir. Kötüdür.”
Artık eski gücünü/iktidarını yitirmiş bir haldeyken tanışıyoruz Madam Arthur Bey’le. Yeniden eski günlerine dönmek, insanların hayatına hükmetmek, mutsuzluk saçmak istiyor. İşte bu nedenle eski fotoğraflardan hikayeler çıkarmakla uğraşan Olcayto’ya ihtiyacı var. Olcayto ki, zehirli kelimelerin yazarı; “yalan bir dünya yaratmakla mükellef bir yazar. Evinde, tek başına. Tüm dünya karşısında. Kaleminin ucundan mürekkeple birlikte tehlike de akıyor kâğıdın üzerine. Tehlikeli ve usul usul. Yazıyor. Yazdıklarının kokusunu duyuyor. Cümleleri is kokuyor. Biraz kirli sanki. Çöpe atılmış şeylerin birbiri¬ne karışmış asitli kokusu gibi. Vazgeçilmiş şeylerin. Başkalarının şeylerinin. Kokusu. İçine çekiyor. Genzi yanıyor. Gözleri yaşarı¬yor. Dünyanın tüm endişeleri genzinden içeri akıyor. Kokuyla birlikte. Yorgun. Yeni bir romana başlamakla, her şeyden vazgeçip gitmek arasında bocalıyor. Yaşamakla ölmek arasında... bocalıyor.”
Romanına başlamak için ihtiyacı olan soluk siyah-beyaz fotoğraflar Kara Yalı’da albümler dolusu. Madam Arthur Bey’in hayal ettiği kötülüklerin Keşşaf Hanuman tarafından çekilmiş dehşet fotoğrafları.. Olcayto istediği romanı yazabilmek için Madam Arthur Bey’in albümünü eline alacak ve dehşetin soluğunu duyacaktır. Yakın tarihin olanca çıplaklığıyla sergilendiği bakılması göz acıtan bu korkunç görüntüler Olcayto’nun hayatını da değiştirecektir. Tıpkı Kara Yalı’nın kapısını çalan, Yalı’nın salyangoza benzeyen çıkışsız gövdesinde yolunu şaşıran diğerleri gibi...
İktidar gibi, yazmak gibi, kimlik gibi, zaman gibi, iyilik ve kötülük gibi kavramlar etrafında dolaşıyor Mine Söğüt. Kavramları ete kemiğe büründürmek için olağanüstü anlatımın imkanlarından yararlanmış ama anlatılanlar yine hayatın baş etmekte, yüzleşmekte zorlandığımız gerçekleri. Hikayede olağanüstü gibi görünen kişiler, kötülükler, kaderler, kesişmeler, benzerlikler ya da rastlantılar bu dünyanın hemen her coğrafyasında vuku bulmuş kanlı olaylardan, bu olaylardan yaralanmış insanlardan soyutlanmış. Olcayto ve babası Ruhat Ran’ın kaderlerinin Kara Yalı’da kesişmesine neden olan siyasi ve toplumsal olaylarla Deniz’in, Maria ve Olga’nın maruz kaldıkları arasındaki benzerlikler, insanların kendileri gibi olmayanlara karşı tahammülsüzlüğü, zulmün sıradanlaşıp meşrulaşması ve diğer yaşanmışlıklar... Heride bıraktıkları ortak duygu ancak kötülük olabilir; çırılçıplak bir kötülük!.. Romanda kötülük arzuları kışkırtan Madam Arthur Bey’de simgeleniyor. Aslında biliyoruz ki kötülük ve iyilik bize içkin, bizim yarattığımız kavramlar; “bu cennet ve cehennem bizim”!..
Birbiriyle kesişen hikayeleri simgelerle, kavramlarla ve masal diliyle anlatmanın güçlükleri de var elbette. Öncelikle kurgunun gevşekliğinden söz edilebilir. “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey”de sanki yarım kalmış, sanki tamamlanması okuyucuya bırakılmış hikayeler var. Yazarın tercihi olabilir, ancak bir eksiklik hissi yarattığını, dağılmasa bile roman bütünlüğünün zaman zaman bozulduğunu düşünüyorum. Kurgudaki zaafın üstesinden diliyle gelmiş Mine Söğüt. Önceki romanlarında da anlatısının en güç yanı olan dilini bu kez daha da ustalaştırmış. Ne var ki, dört romanı da okuduğunuzda kişileri, kurguları, kavramları ve anlatım tarzıyla tek bir romanın içinde olduğunuzu düşünebilirsiniz. Belki kendisini tekrarlamıyor ama bundan sonrası için bir tehlike barındırıyor.
Yeniden romana dönelim, Madam Arthur Bey’in evine, Kara Yalı’ya. Bu kötü masalın içinde çırpınanların akibetlerini merak etmişseniz eğer, bir sona bağlayalım;
“Nasılsa dışarıdaki dünya kendi başına dönüyor. Artık kimsenin onlara ihtiyacı yok. Nagehan öldü. Eğer hikâyesi bir gün yeniden anlatılırsa dirilecek. Şehnaz kayboldu. Eğer bir gün birileri onu ararlarsa bulunacak. Deniz her şeyi unuttu. Ola ki hatırlanırsa, o da hatırlayacak. Sırtında kocaman siyah kanatları olan falcı o kanatları bundan böyle çırpmayacak. O ve Maria... onlar burada, Kara Yalı’da pencerenin önünde artık güvendeler. Mutfakta çay ve kurabiyeler. Mis gibi vanilya kokuyor her yer.”
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder