Murakami dünyasına bir kere adım attınız mı, orayı hep özlüyor ve oraya tekrar tekrar dönmeyi istiyorsunuz. Onun gerçekle gerçek dışı arasında salınan alacakaranlık mekanlarını, hayatın cangılında en çok insan olmakla hesaplaşan ve hep yolunu arayan sıra dışı karakterlerini, sade ama yüklü diyaloglarını, illaki felsefi açılımı olan psikolojik gerilimlerini bir kere sevdiniz mi, ne yazsa merakla bekliyorsunuz. Aynı yerlere bir daha gitmek için gözünüz hep yollarda onun yeni hikayelerini bekliyorsunuz. Bu bazen boylu boslu bir roman oluyor, bazen kısacık bir öykü... Bir yazar için başarması ne zordur; Murakami ne yazsa, hiç sekmeden, her seferinde okuru elinden tutup o bilenin iyi bildiği gizli âlemine götürüyor. Kendini tekrar etmek de değil bu; bilakis her yeni metin –ki sanırım neredeyse hepsi vakit kaybetmeden Türkçeye çevriliyor– insanı Murakami’nin hayal gücüne bir kez daha hayran bırakıyor.
Bir süre önce haberini sevinçle karşıladığımız Tuhaf Kütüphane, Murakami’nin Türkçedeki en yeni hikayesi. Yazarın çocuklar için bir novella olarak yazdığı bilgisine denk geldiğim hikaye, sadece çocuk/genç okurla sınırlanamayacak, bana kalırsa her yaştan okurun ilgisini çekecek, onun gerçek dışı olana meyline düşkün sadık okurunu ise mest edecek, fantastik nitelikleri bulunan, neredeyse “masalsı” bir eser. Tuhaf Kütüphane’nin bir “resimli kitap” olduğunu da söylemek lazım. Farklı ülkelerde farklı illüstratörlerin çizimleriyle renklenen kitap, Türkçede Kat Menschik’in (kesinlikle Murakami’nin dünyasına çok yakın bir çizgisi var) çizimleriyle yayımlandı. Kitap edebi değerinin dışında, bu haliyle, bir “ürün” olarak da oldukça yakışıklı...
Tuhaf Kütüphane bir kütüphanede geçiyor. Küçük –ve kitaplarla arasının iyi olduğuna kanaat getirdiğimiz– bir çocuk elindeki kitapları iade etmek ve yenilerini araştırmak için her zaman gittiği kütüphaneye gidiyor. Ama bu sefer kütüphanenin daha önce hiç gitmediği bir katına yönlendiriliyor. Orada danıştığı yaşlı adam ona ne aradığını sorduğunda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki vergi tahsil sistemi ile ilgili bir kitap aradığını söylüyor: “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki vergi tahsil sistemi ile ilgili özellikle bir şeyler öğrenmek istiyor değildim. Okuldan dönerken gelmişti aklıma, Osmanlı İmparatorluğu’nda vergi nasıl tahsil ediliyordu acaba, diye. Annem çocukluğumdan beri, bilmediğin bir şey olduğunda hemen kütüphaneye gidip araştırma yap diyerek eğitmişti beni.” Ancak kütüphaneci kitapların ödünç verilmediğini, sadece orada okuyabileceğini söylüyor ve günün sonunda onu sinsi bir oyunla kütüphaneye hapsediyor. Aklında eve geç giderse onu çok merak edecek annesi var ama serbest kalması için yapması gereken, ona verilen kitapları sular seller gibi ezberlemek... Kütüphanecininse sinsi bir planı var: Çocuk dediğini yapmazsa iyi şeyler olmayacak…
Murakami’yle bu seferki kavuşmamız belki küçük bir kitapla ama yine de boyuna bosuna bakmadan ince ince dokunuyor insanın kalbine; hem karanlık hem de naif tarafıyla, iki tarafa da her nasılsa eş mesafesini koruyarak, yalnız bir çocuğun hikayesini anlatıyor. Kahramanımız tıpkı tavşan deliğinden aşağı süzülen Alice gibi bir kütüphanenin merdivenlerini inerek, vardığı öte-âlemde kişisel bir yolculuğa çıkıyor. Bir yol hikayesi gibi okuduğum Tuhaf Kütüphane baştan sona bu “rüya gibi” halin içinde akıp gidiyor. Çocukluk, kitaplar, okumak... Sadece bunların uyandırdığı duygularla bile beni –eminim başka bir sürü okuru da– kendine çekip bırakmıyor. Ve Murakami bir kez daha köşeyi dönünce bizi neyin beklediğini hiç belli etmeden, zengin hayal gücü ve hikayeciliğiyle şaşırtmaya devam ediyor.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder