‘Ân’ın geçmişin ve geleceğin içinde devinim halindeki zaman olduğu fikrine uzak olanlar ya ‘geçmiş’in ya da ‘gelecek’in mitleştirilmesine yaklaşan bir moebius sarmalında dönüp dururlar. ‘Geçmiş’e yakın duranlar “Evvel zaman içinde ve ne güzel evvel zamanlardı onlar” hisleriyle donakalıp ân’dan kaçarlar ki bunlara sözcüğün olumsuz anlamıyla nostaljik diyoruz. Romantizm’in, muhafazakârlığın ve melankolinin temel duygusal yatırımı olan nostaljinin radikal reddi ‘gelecek’in fethidir ve her tür radikalizmin ikametgâhı burasıdır. Muhafazakâr fikriyatın söylemi “işte böyleydi”, mutlak bir hakikat gibi öne sürülür. Bu, gündelik hayatın nevrozunun dilinde “böyle demiştin” diye tercüme edilebilir. Israrla ‘önce’ öne sürülür ve bugün kovulur. Bireyin bütünlüğünü sağlayan kendi değerleriyle uyumlu olan süreçler dahi göz ardı edilir, geçmiş ısrarla bugünü sürgün eder: Böyle demiştin! Söylenmiş olan yapılana önceldir, çünkü geçmişin imgesi ‘eyleyen’ değil ‘sözel’dir.
Nemli, ılık nefesiyle ensemizden girip çıkan; tam ‘yakaladım’ dediğin anda kaçıveren, yankısı havada asılı kalan ‘geçmiş’i, ancak Nabokov gibi, zamanın örtüsü altından çıkabilme yeteneğine sahip olanlar, ‘eyleyen’ bir imgeye dönüştürebiliyor.
Vladimir Nabokov’un ‘Konuş Hafıza – Tekrar Ele Alınmış Bir Otobiyografi’si yazarın kendi deyimiyle “neredeyse patolojik derecede kuvvetli hafızası”nı devreye sokması değil sadece. Öncelikle bir mevhum olarak ‘zaman’ı neredeyse elle tutulur bir şeye dönüştürüyor. Denebilir ki iyi edebiyat da zaten kaybettiğimiz zamanı yakaladığımız yerlerdendir. Çocukluğunun uykularından şöyle söz ediyor: “uykuya dalmadan hemen önce, zihnimin bir köşesinde, düşüncelerimin asıl akışından oldukça bağımsız, bir tür tek taraflı konuşmanın süregeldiğini fark ederim. Bu, benim için önem taşıyan hiçbir sözünü yakalayamadığım, renksiz, yansız, sahibi belli olmayan bir sestir…”
Evet, romanlarındaki o edebi tadı otobiyografisinde de bulabiliyoruz Nabokov’un. Derdi hayatının kronolojik bir anlatısını vermek değil çünkü. Kendi “ölümsüzlüğünü soruşturmaya” girişiyor daha çok. Böyle olunca da ne zaman Rusya’dan ayrıldığı, Ekim Devrimi’ne bakışı, Avrupa ve daha sonra Amerika macerasından daha çok, mesela İngilizceyi nasıl öğrendiğini anlattığı sayfalarda takılıp kalabiliyorsunuz: “Renk duygusu, belli bir harfi sesli olarak biçimlendirirken o harfin şeklini şemalini hayal etmemden kaynaklanıyor olsa gerek. İngiliz alfabesinin uzun a’i bana göre solgun tahta rengindedir, oysa Fransızcanın a’sı cilalı abanozu akla getirir.” Ya da Fransız mürebbiyesinden söz açtığında: “Ne zaman romanlarımdaki karakterlere geçmişimin kıymetli nesnelerinden birini bağışlasam, yarattığım dünyaya öylece yerleştiriverdiğim nesnenin, orada eriyip kaybolduğunu fark ettim.”
Nabokov’un otobiyografisi ‘onun’ hayatından çok daha fazlasını anlatıyor. Nasıl ki bir romanının adından (‘Lolita’) bir kavram türetilmişse (‘lolitacılık’), Nabokovca yazılmış bir otobiyografiden de bir otobiyografi tarzı türetilebilirmiş gibi: ‘Nabotobiyografi’.
Yeni yorum gönder