Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Nabotobiyografi: Kaybettiğimiz Zamanı Yakalamak



Toplam oy: 1129
Vladimir Nabokov
İletişim Yayınevi

‘Ân’ın geçmişin ve geleceğin içinde devinim halindeki zaman olduğu fikrine uzak olanlar ya ‘geçmiş’in ya da ‘gelecek’in mitleştirilmesine yaklaşan bir moebius sarmalında dönüp dururlar. ‘Geçmiş’e yakın duranlar “Evvel zaman içinde ve ne güzel evvel zamanlardı onlar” hisleriyle donakalıp ân’dan kaçarlar ki bunlara sözcüğün olumsuz anlamıyla nostaljik diyoruz. Romantizm’in, muhafazakârlığın ve melankolinin temel duygusal yatırımı olan nostaljinin radikal reddi ‘gelecek’in fethidir ve her tür radikalizmin ikametgâhı burasıdır. Muhafazakâr fikriyatın söylemi “işte böyleydi”, mutlak bir hakikat gibi öne sürülür. Bu, gündelik hayatın nevrozunun dilinde “böyle demiştin” diye tercüme edilebilir. Israrla ‘önce’ öne sürülür ve bugün kovulur. Bireyin bütünlüğünü sağlayan kendi değerleriyle uyumlu olan süreçler dahi göz ardı edilir, geçmiş ısrarla bugünü sürgün eder: Böyle demiştin!  Söylenmiş olan yapılana önceldir, çünkü geçmişin imgesi ‘eyleyen’ değil ‘sözel’dir.

 

Nemli, ılık nefesiyle ensemizden girip çıkan; tam ‘yakaladım’ dediğin anda kaçıveren, yankısı havada asılı kalan ‘geçmiş’i, ancak Nabokov gibi, zamanın örtüsü altından çıkabilme yeteneğine sahip olanlar, ‘eyleyen’ bir imgeye dönüştürebiliyor.

 

Vladimir Nabokov’un ‘Konuş Hafıza – Tekrar Ele Alınmış Bir Otobiyografi’si yazarın kendi deyimiyle  “neredeyse patolojik derecede kuvvetli hafızası”nı devreye sokması değil sadece. Öncelikle bir mevhum olarak ‘zaman’ı neredeyse elle tutulur bir şeye dönüştürüyor. Denebilir ki iyi edebiyat da zaten kaybettiğimiz zamanı yakaladığımız yerlerdendir. Çocukluğunun uykularından şöyle söz ediyor: “uykuya dalmadan hemen önce, zihnimin bir köşesinde, düşüncelerimin asıl akışından oldukça bağımsız, bir tür tek taraflı konuşmanın süregeldiğini fark ederim. Bu, benim için önem taşıyan hiçbir sözünü yakalayamadığım, renksiz, yansız, sahibi belli olmayan bir sestir…” 

 

Evet, romanlarındaki o edebi tadı otobiyografisinde de bulabiliyoruz Nabokov’un. Derdi hayatının kronolojik bir anlatısını vermek değil çünkü. Kendi “ölümsüzlüğünü soruşturmaya” girişiyor daha çok. Böyle olunca da ne zaman Rusya’dan ayrıldığı, Ekim Devrimi’ne bakışı, Avrupa ve daha sonra Amerika macerasından daha çok, mesela İngilizceyi nasıl öğrendiğini anlattığı sayfalarda takılıp kalabiliyorsunuz: “Renk duygusu, belli bir harfi sesli olarak biçimlendirirken o harfin şeklini şemalini hayal etmemden kaynaklanıyor olsa gerek. İngiliz alfabesinin uzun a’i bana göre solgun tahta rengindedir, oysa Fransızcanın a’sı cilalı abanozu akla getirir.” Ya da Fransız mürebbiyesinden söz açtığında: “Ne zaman romanlarımdaki karakterlere geçmişimin kıymetli nesnelerinden birini bağışlasam, yarattığım dünyaya öylece yerleştiriverdiğim nesnenin, orada eriyip kaybolduğunu fark ettim.”

 

Nabokov’un otobiyografisi ‘onun’ hayatından çok daha fazlasını anlatıyor. Nasıl ki bir romanının adından (‘Lolita’) bir kavram türetilmişse (‘lolitacılık’), Nabokovca yazılmış bir otobiyografiden de bir otobiyografi tarzı türetilebilirmiş gibi: ‘Nabotobiyografi’.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.