Julian Barnes’ın karısı Pat Kavanagh’a beyin kanseri teşhisi konduğunda çift 30 yıldır birlikteydi. Pat, 37 gün sonra öldü. Julian ona adadığı bu kitabı ancak beş yıl sonra yazabildi.
Yas süreci ölümden önce başlar. Yası anlatmak için en uygun metafor irtifa kaybı, o çok bildik düşüyorum duygusu. Julian Barnes gibi ölümle sık sık edebi yoldan hesaplaşmış bir yazar bile irtifa kaybediyor. Belki de bu edebi hesaplaşmalar, o kaçınılmaz yere çakılışı önlemek için. Korkulacak Bir Şey Yok’ta, yas duygusunu kendi ölümlülüğünü hissetmek olarak anlatmıştı. Bir varoluş sorgulaması olarak önce kendi yaşamının yasını tutar gibiydi. Bir Son Duygusu’nda da, arkadaşın intiharı ardından hissedilen hayatta kalma suçluluğuydu yas. Hafızanın seçiciliği ve anılarla yaratılan yanlış gerçek, yas duygusunu hissetmeye karşı bir çeşit savunma mekanizmasıydı. Hayat Düzeyleri’nde ise, yas aşkın karşıtıdır, diyor. Ama yas, aşkla aynı anda başlıyor. Yasın tohumlarını atan kaybetme korkusu. Aşk ne kadar yükseğe çıkardıysa, yas, yani düşme hissi o kadar büyük.
Julian Barnes, türler arası geçişler yapıyor yine. Kendine özgü anlatımı kurmaca, tarihi anlatı, otobiyografi ve deneme arasındaki sınırları kaldırıyor. Bu sadece üslup değil, yazarın en kontrolde hissettiği şekilde yazarak duygularını anlama ve dizginleme çabası.
Kitap üç bölümden, üç katmandan oluşuyor. İlk bölüm, 19. yüzyıldaki balonla uçuş maceralarının kısa bir tarihçesi. Uçma tutkusunun tesadüflerle birleştirdiği üç tarihi karakterle tanıştırıyor bizi Julian Barnes. Fransız tiyatro oyuncusu Sarah Bernhardt, fotoğraf sanatçısı Nadar ve serüvenci İngiliz Albay Fred Burnaby. Havacılık ve fotoğrafçılık tarihi meraklıları için ilginç anekdotlarla dolu bu giriş, Julian Barnes için ise uçma kavramı üzerinden tutkuyu, duyguların limitini, özgürlüğü, tanrıyı sorguladığı mükemmel bir metafora dönüşüyor. Balonun sepeti içinde, aşağıdaki insanlara bir üstünlük duygusuyla bakanların duygularını hissetmemizi sağlayan bir nevi simülasyon görevi görüyor Barnes’ın betimlemeleri.
Yeryüzünü terk ettiğinizi, ayaklarınızın yerden kesildiğini düşünün. Artık etrafınızı saran hava özgür ve saf. Yeryüzündekilerin üstüne çökmüş kirliliğin ağırlığından kurtuldunuz. Artık kötücül size dokunamaz. Ulaştığınız yer limitsiz bir özgürlük katmanı. Pişmanlık ve öfke size artık yabancı. Yine de tehlikeyi hissediyorsunuz, rüzgarın iradesine bağlı olduğunuzu. Bir balonun içindesiniz, o kadar. Balon yerçekimine karşı gelemez. Tanrı size iki bacak vermiş, uçmak tanrının işine karışmak olmasın? Böyle gökyüzü katından yeryüzü dünyasına bakıp gördüklerimizi tasvir etmek haddimiz değil. Değil belki ama, kendimizi bütün gerçekliğimizle görecek daha iyi bir bakış açısı var mı? Hem Victor Hugo insanın kuş olmaya öykünmesi demokrasidir demiyor mu?
Hissettiğimiz büyük tutkuların, aşkın ve mutluluğun bitişinin bize derin bir keder hissettirmesinin nedeni, 19. yüzyıldaki bir grup çılgının uçma saplantısıyla işledikleri “günahın” bedelini ödemek değil, biliyoruz. Uçmak demokrasi de değil, ucuz uçak biletlerini saymazsanız tabii. Uçmayı başararak tek yaptığımız, yeryüzü meselelerimizi başka bir katmana taşımak.
Her aşk hikayesi bir yas hikayesi
Julian Barnes, kitabın ikinci bölümünde, Sarah Bernhardt ile Albay Burnaby arasındaki, sonunda Burnaby’nin kalbinin kırılmasıyla sonuçlanan aşkı anlatıyor. Bernhardt’ın evinde aynı kafeste yaşayan bir maymun ve bir papağan var. Maymun, papağanı sürekli hırpalıyor. Ama maymun kafesten çıkarıldığında, papağan kederleniyor. Aşk, gerçeğin ve sihirin bir araya gelmesi gibi. Bazen iki kişi birbirini yok ediyor, bazen iki kişiden daha büyük bir bütün oluyorlar. İşte o zaman, birinin kaybı, geriye bütün bir benlik bırakmıyor. İşte o yüzden her aşk hikayesi, bir yas hikayesi.
Barnes, Bernhardt’ı bohem, duygusal olarak acıtacak kadar açık sözlü, baştan çıkarıcı, yaşamı anlık zevkler silsilesi olarak gören ve bir erkeğe bağlanmayı reddeden bir kadın olarak portreliyor. Burada bize karısı Pat Kavanagh’ı mı anlatıyor bilmiyoruz. Yazar bize, karısının aynı zamanda menajeri olduğunu, profesyonel bir ortaklıkları da olduğunu anlatmıyor. Çocuksuz olduklarından, Pat’in Jeannette Winterson ile bir ilişki yaşadığı dönemde kendisini terk ettiğinden söz etmiyor. Bu kitap Pat hakkında değil, onun yokluğu hakkında.
Üçüncü bölüm, Julian Barnes’ın kişisel yas anlatısı. Yas duygusunu deneyimleyenler ile deneyimlemeyenler arasında kesin bir ayrım olduğunu söylüyor Barnes. Yas, tahmin edemeyeceğiniz kadar bencil bir süreç. Aynı zamanda kendinizi hiçe saydığınız, yok olduğunuz. Bu iki zıt varoluş paramparça ediyor. Yas, aynı zamanda öfke, endişe ve korku gibi duyguları daha derin hissetmenize yol açıyor. Diğer insanlara kızıyorsunuz. Onlar da, yas tutma sıraları geldiğinde anlayacaklar sizi ama geç olacak. Arkadaşlarınız bir an önce normale dönmenizi umuyor. Bazısı korkuyor bu yaslı halinizden, bazısı tavsiyelerde bulunmayı empati kurmakla karıştırıyor. Yasınızı, hayatınızı yargılayarak açıklamaya çalışıyorlar. Acıyorlar. Böylece derinizin altına işliyor yas. Dışarıdan görünmemeye başlıyor. Rüyalarınıza geliyor ölenler. Her ayrıntıyı, her anıyı hatırlamak zorunda hissediyorsunuz. Unutursanız, tekrar öleceklermiş gibi.Yasın bitmesi ihanet demekmiş gibi.
Yazarların yası
Cemal Süreya’nın Okmeydanı SSK’da yatan karısına yazdığı mektuplardan oluşan kitabı Onüç Günün Mektupları, Joan Didion’ın eşi yazar John Gregor Dunne’ın ölümü ardından yazdığı O Yılın Büyüsü, Joyce Carol Oates’un kocasının ölümünden sonraki altı ayı anlattığı A Widow’s Story, David Foster Wallace’ın karısı grafik sanatçı Karen Green’in deneysel kitabı Bough Down yazarların çıplak kederini anlatan kitaplar olarak sıralayabilirim. Türü ister anı olsun, ister mektup ya da felsefi deneme, yazarların kişisel keder hikayelerini anlatmaları son derece sahici içgörülerle dolu ve kendi yas sürecini yaşamakta olan bir okur için en iyi kişisel gelişim kitabından daha iyileştirici.
Yeni yorum gönder