"Zaman geçiyor ama herkesin fark edeceği kadar bariz, saldırganca değil. Hatta şöyle: Zaman geçiyor ama benim için değil." (Mavi Geceler, Joan Didion)
ABD'nin önde gelen yazar ve entelektüellerinden biri olan, Ulusal Edebiyat ödüllü Joan Didion'un 2011 yılında yazdığı ve geçtiğimiz ay Püren Özgören çevirisiyle Domingo Yayınları tarafından okuyucuya ulaşan Mavi Geceler, Didion'un genç yaşta kaybettiği kızının ardından önce anıları, sonra kendisiyle yüzleşerek, "sersemletici bir dürüstlükle" kağıda döktüğü bir metin.
Didion, Mavi Geceler'de henüz yedi aylıkken, kendisi gibi önemli bir yazar olan eşi John Gregory Dunne ile evlat edindikleri Quintana Roo zatürre sonucu ölünce, ona söylenemeyenlere, geçen, geri döndürülemeyen ve geçmekte olan zamana dair bir ağıt yakıyor. Bir yandan da, kendi deyimiyle "dürüst olmakta en çok zorlandığı konu" hakkında da bir yüzleşme girişiminde bulunuyor. Didion bu vesileyle ölümle yüzleşiyor.
Ölümün farkında mıyız?
Mavi Geceler'de Didion, yüzleşme çemberini "Çocuklarımızdan söz ederken, aslında tam olarak ne söylüyoruz?" sorusunun etrafında kuruyor, kurguluyor. Bir yıl içinde önce kızını sonra kocasını kaybetmiş biri olarak, ölümlülerin anne-baba olmak denen o büyük bulmacasından kendisine düşen parçaları, defaatle birleştirip, bozuyor. İşte tam da bu yüzden Mavi Geceler "Nasıl daha iyi ebeveynler oluruz?" sorusunu cevaplamayı reddedip, bu soruyu derinleştirerek "Yaşamın içinde ölümün nasıl farkında oluruz?" sorusunu sordurmaya girişiyor. Didion'un farkına varmasını sağlayan ise, yazar olan anne babasına ulaşmak için kendisi hakkında bir roman yazacak kadar yalnız bir çocuk olan, sürekli terk edilme korkusuyla yaşayan Quintana Roo'dan başkası değil. Onun ölümünün ardından, anılarını canlandırmak için ondan kalan yadigarların dünyasına kendisini bırakan Didion, bu dünyadan yalnız, ölümlü ve salt kendisi olarak çıkıyor.
Kitaba adını veren "mavi geceler" ifadesi, İngilizlerin "akşam alacası", Fransızların ise "mavi zaman" olarak tanımladıkları belli bölgelerde, yaz gündönümü öncesinde ve sonrasında, alacakaranlığın uzadığı ve mavileştiği, sadece birkaç hafta süren o zaman dilimini betimliyor. Yazar, yitip giden şeylerin ardından yaktığı ağıda neden bu adı verdiğini ise kitabın sonlarına doğru şöyle anlatıyor: "Çünkü, kitaba başladığım sıralarda zihnimin dönüp dolaşıp hastalığa, vaatlerin sonuna, günlerin kısalığına, yok oluşun kaçınılmazlığına, aydınlığın ölümüne kaydığını fark ettim. "
Bu cümle ile Didion, kitabı başladığı ve bitirdiği noktaların arasındaki uçurumu da okuyucuya itiraf etmiş oluyor. Bir annenin kızını yitirmesinin ardından yaşadığı acıyı anlatarak başlayan Mavi Geceler, sayfalar ilerledikçe eksen değiştirip yazarın kendi yaşamının kısalığına, yaşlılığına, zamanın ulaşılamaz biçimde hızlı akışına dair yaktığı bir ağıda dönüşüyor.
New York Times'ın yılın en iyi kitapları seçkisinde yer alan Mavi Geceler'de, Quintana Roo önce yedi aylık bir bebek olarak çıkıyor karşımıza ve yaşamı 39 yaşında son buluyor. Bu süre zarfında dört kez yoğun bakım ünitesinde tedavi görüyor, borderline kişilik bozukluğu çocukluğundan itibaren yakasından düşmüyor ve acılarla dolu yaşamı ani gidişiyle son buluyor. Didion ise onun gidişiyle beraber, kendi ölümlülüğünün farkına varıyor. Mavi Geceler de, yazarın bu zamana kadar yaptığı en içten yüzleşmenin şiiri olarak keşfedilmeyi bekliyor.
"Şu an hissettiklerimin ne olduğunu biliyorum.
Acizliğin ne olduğunu, korkunun ne olduğunu biliyorum.
Bu, kaybedilmiş olan için duyulan bir korku değil.
Kaybedilen duvardaki yerini aldı bile.
Kaybedilen çoktan kilitli kapıların ardında.
Korku hâlâ kaybedilecek olan için.
Orada kaybedilecek hiçbir şey göremiyor olabilirsiniz.
Ama işte, Quintana'nın ömrünün tek bir günü yok ki, gözümün önüne gelmesin."
* Görsel: Uğur Altun
Yeni yorum gönder