Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Portekizli bir Kafka"



Toplam oy: 1211
Gonçalo M. Tavares
Kırmızı Kedi Yayınevi
Tavares, şekillendirmek istediği hakikati dil ve kurgu yoluyla parçalara ayırırken doğal ve olağan olandaki olağanüstüyü, olağanüstüdeki sıradanlığı; insanın içindeki iyiyi ve kötüyü, parçalanmışlığı, parçalanmışlığın acısını, öfke ve şiddetini yakalıyor.

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Kudüs ile Türkçede ilk kez okuma fırsatı bulduğumuz Tavares, Portekiz’in edebiyat dünyasındaki yükselen yıldızları arasında sayılıyor. Delilik ve cinnetin karanlık dünyasında gezinen tuhaf ve rahatsız edici hikayesiyle Kudüs gerçekten de etkileyici bir roman.

 

 

1970 Luanda doğumlu Portekizli yazar Gonçalo Manuel Tavares’in ilk kitabı 2001 yılında yayımlanmış ve Tavares’in kitapları o zamandan bu yana çeşitli dünya dillerine çevrilerek çok sayıda önemli edebiyat ödülüne değer görülmüş. Aprender a rezar na Era de Técnica romanı Fransa’da 2010 Prize of the Best Foreign Book’u kazanmış. Bu ödülün daha önce Robert Musil, Gabriel García Márquez, Elias Canetti, Orhan Pamuk, Salman Rushdie, John Updike, Philip Roth gibi yazarlara verildiği hatırlanacak olursa, Tavares’e biçilen değer daha iyi anlaşılacaktır. Jose Saramago’nun “Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanacağı”na inandığı yazar Nobel’i kazanır mı bilemeyiz ama 35 yaş altı genç yazarlar için konulan José Saramago Ödülü’nün 2005 yılındaki sahibi Tavares olmuştu. Kudüs ise ölmeden önce okumanız gerekeken 1001 kitap listesinde yer alıyor. Gonçalo Manuel Tavares’in edebiyat çalışmalarının yanı sıra Lizbon Üniversitesi’nde Bilim Teorisi dersleri veriyor.

 

 

 

Gecenin karalığında

 

Yazarın The Kingdom adını verdiği dörtleme içinde yer alan Kudüs zamanlar ve kişiler arasında gidip gelen parçalı kurgusuyla özetlenmesi zor bir roman. Küçük bir kasabada, Mayıs ayının 29’unda, saat sabahın dördünde, Ernst çatı katındaki odasında pecereden kendisini aşağıya atmayı düşündüğü bir anda ısrarla çalan telefona uzanıyor. Zaman aynı ama sahne değişiyor; Mylia isimli bir kadının ölümcül hastalığının dayanılmaz acılarıyla ve sancılarıyla kıvranışını izliyoruz. Aynı saaterde Mylia’nın eski doktoru ve kocası, saygın araştırmacı Theodor Busbeck, sokaklarda; arzularını yatıştıracak bir fahişe arıyor. Bulduğu ilk fahişe Hanna’nın ise acelesi var; krize girdiğinden endiişelendiği sevgilisi Obst Hinnerek’i ziyaret etmesi gerekli. Savaş sona erdiğinden beri korkmadan sokağa çıkamaz haldeki ürkütücü Obst Hinnerek gerçekten krizde, çıplak tenin değen silahın kışkırtmasıyla yıllardan beri ilk kez hissetiği açlık hissiyle gecenin karanlığına karışmış. Issız sokakların son konuğu, Theodor Busbeck’in 12 yaşındaki oğlu; kandırılmışlığın öfkesiyle babasının peşinde…

 

 

 

 

 

 

Ernst, Mylia, Thedor, Kaas, Hanna ve Hinnerek… Romanın her biri travmalı kişilerinin geçmişlerini, çatışmalı iç dünyalarını ve birbirleriyle ilişkilerini de aralara serpiştirmiş Tavares. Böylece, 40’lı yaşlarındaki Mylia’nın henüz 18’indeyken psikolojik tedavi görmek için Theodor Busbeck’in kapısını çaldığını; Mylia’nın şizofren olmadığına inanan Theodor’un kendisinden on yaş genç hastasıyla evlendiğini, birlikte geçen sekiz yıldan sonra Mylia’yı Georg Rosenber senatoryumuna yatırmak zorunda kaldığını; Mylia ile Ernst’in bu hastahanede karşılaşıp aşık olduklarını, Mylia’nın hamile kalıp Kaas’ı doğurduğunu; çocuğu Theodor’un evlat edip büyüttüğünü; Kaas’ın konuşma bozukluğu ve yürüme zorluğu nedeniyle yaşamı boyunca tedavi gördüğünü, farklılığın soğukluğunu, sertliğini ve dışlanmışlığını küçük yaşta fark etmek zorunda kaldığını öğreniyoruz.

 

 

 

Romanın biraz daha öne çıkan karakteri Theodor Brubeck, Mylia ile tanışmalarından sonra kariyerinde sürekli bir yükseliş kaydetmiştir. Bireysel psikolojiden çok toplum psikolojisini araştırmaya yönelen Theodor’ın hayali “bir normallik formüle ederek onu kontrol edeilmek için Tarih’in nasıl düşündüğünü” saptamak. Bu amaçla savaşların, kitle katliamlarının tarihini
araştırmakla geçirmiş yıllarını. Ne var ki Theodor’un determinizmle karışmış önsezi ve ön yargılarından müteşekkil eklektik tezleri tarihin yasalarını ortaya koymak için yeterli olmayacak, mistisizme kayan tezlerinin aldığı eleştiriler kariyerinin ve ününün düşüşe geçmesine yol açacaktır. Gerçekten de ne kötülüğü ne deliliği kavrayabilmiştir Theodor. Bilimsel araştırmalarla geçen yılları ne kendisinin ne karısının ne de oğlunun ihtiyaçlarını karşılamıştır. Felaket kaçınılmazdır…

 

 

 

Roman kişilerinin kaderlerini o 29 Mayıs gününün karanlık saatlerinde sanki gizli bir güç kesiştirmiştir… O güç ki hikayenin baş aktörü gibidir… Ancak determinist bir perspektifle ya da metafizik ya da mistik temellerle açıklanabilecek bir güç değil; topluma hakim olan şiddet, kötülük, korku, acı ve delilik gibi etkiler sonucunda meydana gelen rastlantısal ve zorunlu olaylar zinciri çiziyor insanların kaderini…

 

 

 

 

Dilin ve gerçeğin yapıbozumu

 

 

"Gonçalo M. Tavaresin henüz 35 yaşında bu kadar iyi yazmaya hakkı yok. İnsanın onu dövesi geliyor" demiş José Saramago Tavares’in romanını okuduğunda. Saramago’ya göra Tavares Portekiz edebiyatının yaratıcılık güceyle donanmış, bireysel yeteneklerini geleneksel hayal gücüyle birleştiriyor ve bunları kendine özgü sihirli bir dille edebiyata aktarıyor.

 

 

Tavares’in yaratıcılığı ve bireysel yetenekleri konusunda hiç kuşkum yok. Gerçekten de kendine özgü -hatta ilk okuduğunuzda garipseyebileceğiniz- bir anlatımı, ekonomik ama ifade gücü yüksek bir dili var. Ancak yerellik hiç öne çıkmamış. Portekizce yazılmasına rağmen -ismi de dahil olmak üzere- Kudüs'ü Portekizli kılan özellikler -en azından benim için- pek belli değil. Sanıyorum böyle bir niyeti de yok yazarın. Toplum birey çatışmasının yarattığı travmalar üzerinden evrensel meselelere açılırken Portekizli kimliği kadar Avrupalı kimliği de öne çıkmış.

 

 

 

 

 

 

Tavares’in apaçıkmış gibi görünen doğruları ve düşünce biçimlerini yapı bozumuna uğratma konusundaki yeteneği şaşırtıcı. Hikayeden –hele ki isminden- semboller bulup çıkarmak belki mümkün. Mesela Kudüs ismi… Medeniyetlerin ve dinlerin kesiştiği kent olarak Kudüs, romanda insan aklının izleyebileceği belirsiz yolların simgesi. Georg Rosenberg senatoryumunun isminin Nürnberg mahkemelerince idama gönderilen Nazi ideologu Alfred Rosenberg'ı çağrıştırması bir başka dikkat çekici ve vaatkar bir sembol. Ama Tavares bu tarz sembollerden ziyade sembolik bir sistem olarak dilin kendisine, dilin ve edebiyatın imkanlarına yoğunlaşmış. Başta da söylediğim gibi, parçalanmış bir kurguyla aktarıyor hikayeyi. Yeniden şekillendirmek istediği hakikati dil ve kurgu yoluyla parçalara ayırırken doğal ve olağan olandaki olağanüstüyü, olağanüstüdeki sıradanlığı; insanın içindeki iyiyi ve kötüyü, parçalanmışlığı, parçalanmışlığın acısını, öfke ve şiddetini yakalıyor. Yaşadığımız dünyanın ve insan zihninin karanlık yollarında dolaşan, bireyin kırılganlığını, aldırmazlığını ve yabancılaşmasını sergiliyen güçlü bir anlatım kurmuş Kudüs'te.

 

 

 

 

 

 

Yıllar önce Jose Saramago’yu ilk okuduğumda, “çağdaş bir Kafka” diye yorumlamıştım. Ne garip tesadüf ki Jose Saramago aynı yorumu yapmış Tavares için; “Portekizli bir Kafka”… Başka eleştirmenler başka yazar adları da sayıyorlar Tavares’in tarzını açıklarken. Bana kalırsa Saramago gibi bir ustayla aynı dile ve aynı coğrafyaya doğan bir yazar için fazla uzağa bakmaya hiç gerek yok. Tavares Saramago’nun mirasını devr almış; edebiyat yoluyla bu dünyanın ne kadar insana ait bir dünya olduğunu sorguluyor.

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.