“Bu bir otobiyografi değil. Tanrı korusun! Otobiyografi gıdasını egodan alır ve ben, kendiminkinden önce göbek deliklerini anlatmak isteyeceğim insanların uzun bir listesini yapabilirim.” Tibet Şeftali Turtası, yazarı Tom Robbins tarafından bu şekilde tanımlandıktan sonra üstüne söylenecekler tamamen boş gelebilir. Ve yine onun söylediği gibi, normal insanların çoğunun normal bir hayat olarak kabul ettikleri yoldan gitmediği için, bu kitap bir anı kitabından çok Robbins Harikalar Diyarı’na açık bir bilet olarak tanımlanabilir.
Büyüyü kaçırmak biraz can sıkıcı. Ama kitabı elime aldığımda ben de biraz bozuldum açıkçası. Onun hayallerinden satıra düşenleri okumayı bekliyordum. Kitabı okumaya başladığımda ise şöyle hissettim: Sanki Robbins’i Robbins yapan harfler, yeni moda bir üç boyutlu yazıcıda oluşturulmuş, sonra da birbirlerinin üzerine inşa edilmişti.
Başka bir yazar, başka bir otobiyografisinde bahsetse, kalbinize tatsız bir çimdik atılmış gibi hissederdiniz. Ama karşınızdaki Robbins olup da, annesinin ona koyduğu lakapla, Çürük Tommy’i anlatınca sırıtıveriyorsunuz. Ve hatta sanki cümlelerindeki o neşeli zıplamaların kaynağını bile buna bağlıyorsunuz. Ki o da aksini iddia etmiyor zaten. Altı yaşında uydurduğu öyküleri sekreteri yaptığı annesinin yardımıyla döktüğü ilk satırlardan konuşma çubuğuyla yerlere vurarak kendi kendisine anlattığı hikayelere uzanan bir “anlatma” serüveni onu bugüne getiriyor belki de.
Bir yazarın “İşte bu benim ânım” diyerek kendisini yazarlığa iten o sihirli kıvılcımları anlattığı zamanlara şahit olmuşsunuzdur. Robbins’in hayatıysa tamı tamına o anların bir bütünü gibi. Bunların yanı sıra gerçekten tutkuları olan bir adam. Bitkilere ve yemeğe tutkun; Zen felsefesine, kültürlere, müziğe, kadınlara, aşka ve sirklere... Tüm bu tutkuları hayatını şekillendirip, onu peşine takılacağı hikayelerin tam göbeğine bırakmış, hiç kuşkusuz. Yani aslında yaşadığı şeyler oluşturmamış hikayelerini, o hikaye olasılıklarının peşinden gitmiş gibi.
İnsanlara taktığı lakaplar, yazdığı gazetelerin köşelerine verdiği isimler, hatta kendisini bulduğu sanat eleştirmenliği koltuğunda yarattığı tanımlamalar... Bunların hepsi bugün, “Bunu hangi kafayla söylemiş?” dediğimiz mantıklı/mantıksız isimler ya da sıfatlar... Bir dönem LSD kullanmış, mantar yemiş olsa ve üstüne bunları tüm ayrıntılarıyla anlatmış olsa dahi kitaplarını yazarken kahve ya da sigara bile içmediğini anlatıyor Robbins. Ve hatta içinizden, “Bunu neyin etkisinde yazmış?” diye geçirdiğiniz anlar için de size biraz kırgın olabilir.
Tüm kurgu esnasında, özellikle aklının kaldığı 60’lı yılları, kendisini etkilediği haliyle yansıtmış Robbins. Bu noktada edebiyatçılar, şairler, müzik adamları ve akımların da anıları aradan çıkarınca bir almanak gibi önünüze serilmesi cabası...
Sevdiğiniz bir yazarın kendisini anlattığı kitapta neleri yakalamak hoşunuza gider bilmiyorum. Ama yazmaya başladığı günden beri tüm kitap taslaklarını çizgili, sarı not defterlerine tükenmez kalemle yazması beni gülümsetti. İlk romanının tamamının el yazması olması ve yayınevine göndereceği zaman onu bir Olivetti’de temize çekmesi de... İlk üç kitabını yazdıktan sonra dahi kendisine romancı demeye utanması da... Ve bunları anlatırken yaptığı tanımların karamel tadı da...
* Görsel: Burak Dak
Yeni yorum gönder