2012 yılı Nisan ayındayız. Roman kahramanı Selçuk, çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği ama yirmi sene önce bir daha ayak basmamak üzere terk ettiği İstanbul’a geri dönüyor. Neden döndüğünü bilmiyor; herhalde kendisi ile hesaplaşmak için... Selçuk’un hesaplaşması, daha doğrusu kafasından atamadığı geçmişi hikaye boyunca yavaş yavaş aydınlanacak; merakta bırakmamak için kısaca özetleyeyim: Selçuk, İTÜ’de öğrenciyken 1984 yılında siyasi nedenlerle on beş gün emniyette tutklu kalmış, işkence görmüş, ardından üç yıl hapse mahkum edilmiş. İki yıl yatarak çıktığındaysa Avustralya’ya göçmen olmak için başvurmuş ve 1992 yılında oraya yerleşmiş. Orada beş sene kadar yaşadıktan sonra Almanya’ya taşınmış. Şimdi 44 yaşında, bilgisayar sektöründe çalışan başarılı ama yalnız bir adam. Yalnız çünkü daima huzursuz, şimdi İstanbul’da daha da huzursuz hissediyor kendisini; ilk uçağa atlayıp geri dönecek kadar hatta. Dönmemesinin nedeni ise, üç gün önce tanıştığı Nevra isimli bir kadın.
Kafasında bir yandan geçmişin bir yandan Nevra ile birlikte kurabilecekleri hayatın görüntüleri akıp giderken metroda yanına oturan tanımadığı bir adam herşeyin akışını değiştirecektir. İranlı adam polis olduklarını söyleyen birkaç kişi tarafından yaka paça metrodan indirilir; ne var ki İranlı ile Selçuk’un çantaları birbirine karışmıştır. Emniyetten çağrılan Selçuk çantayı teslim etmeye giderken Sansaryan Han’a yaklaştığında binadan atlayan adamın cesedini görür. İşin çok daha derin boyutlara ulaştığını düşünerek kaçmaya karar verir. Geçmiş yeniden canlanmıştır: “Ülkesini terk edip gittiğinden beri düşünmediği, daha doğrusu unutmaya çalıştığı her şey bugün peş peşe karşısına çıkmıştı. Onlarla birlikte yıllardır kendisine düşük yoğunlukla refakat etmiş olan vicdan azabı da bütün şiddetiyle su yüzüne çıkmıştı”...
Polis ekipleri Selçuk’un peşine düşer. Soruşturma resmi olmakla birlikte, olayı soruşturan birimin başındaki Serkan isimli komiser bu işi -çantanın içindekilere ulaşmak isteyen- “başkaları” adına kovalamaktadır. Üstelik büyük paralara hükmeden bu uluslarası güçler işin aksamasından hiç memnun değildir. Serkan ve Selçuk arasındaki kovalamaca her ikisi için de ölüm kalım meselesine dönüşecektir...
Düello
Ali Parlar, polisiye tarzda yazdığı Metrodaki Yabancı isimli ilk romanında işin içine kirli polislerin, karanlık güçlerin karıştığı İstanbul’da geçen ölümcül bir kovalamacayı anlatıyor.
İki karakter başrolde; Selçuk ve Serkan... Bir yandan yıllar sonra geldiği İstanbul’da geçmişin acılarıyla yeniden yüzleşmenin huzursuzluğuyla kıvranırken diğer yandan her an yakalanma korkusu ve kıstırılmışlık hissiyle çareler üreten Selçuk, roman kahramanı gibi görünüyor. Oysa kötü polis rolündeki Serkan da -zaman zaman Serkan’dan rol çalacak kadar- renkli ve iyi çizilmiş bir karakter. Kovalamaca sürerken Serkan’ın iç dünyasına yavaş yavaş nüfuz ediyoruz. Kendisini gerçekleştirememenin ezikliği ve haksızlığa uğramışlığın öfkesi ile yaşayan Serkan için çantayı ve Selçuk’u ele geçirmek en az Selçuk’un hayatta kalma mücadelesi kadar yakıcı. O güne de elde edemediği her şeyi simgeleyen çantayı istiyor, çünkü “tatmin olmak da tatmin etmiyor” onu artık; “mutlak başarı istiyor”... Hakkı olanı!..”
Hikayesini işte bu iki ana karakter arasındaki düello biçiminde kurgulamış Ali Parlar; Serkan bir hamle yapıyor, Selçuk karşı hamleyle savuşturuyor. Cep telefonu ve internet çağında söz konusu hamlelerde yoğun teknoloji bilgisi ve desteği var. Yazarın mesleki bilgisini bu izleme sürecine çok iyi yansıttığını söyleyebilirim. Karmaşık işlemleri okuyucunun anlayacağı bir dile çevirerek katmış hikayeye. Aslında hikayenin tamamı bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelere, daha doğrusu bu sayede büyük kazanç elde etme hırsına dayanıyor ve elbette ulusal boyutları aşan bir mesele.
Kapitalizmin küreselleştiği günümüzde suçun küreselleşmesi de kaçınılmazdır. Aktörleri biliyoruz; büyük devletler, uluslararası şirketler, çıkar amaçlı suç örgütleri, söz konusu örgütler ve şirketlerle ilişkili polisler, siyasiler, bürokratlar... Malum şüheliler dediğimiz bu aktörler ve aralarındaki kirli ilişkiler çağdaş polisiyeler açısından çok verimli ilham kaynaklarıdır. Ali Parlar da onlardan ilham alarak yazmış Metrodaki Yabancı’yı.
Ali Parlar, Iğdır doğumlu. İlkokulu ve ortaöğretimini Iğdır'da, liseyi ise İstanbul Haydarpaşa Erkek Lisesi’nde tamamlamış, İTÜ Gemi İnşaatı ve Makinaları Fakültesi’nden mezun olmuş. İÜ İşletme Fakültesi İşletme İktisadi Enstitüsü’nde yüksek lisans eğitimini tamamlamış ve Berlin’e yerleşmiş. 1998 yılından bu yana Berlin’de yazılım/sistem mühendisi olarak çalışıyor. Kısacası, roman kahramanı Selçuk’la aralarında benzerlikler var ama hikayenin otobiyografik özelliği yok. Sadece uzun yıllar başka bir ülkede yaşayan bir insanın haletiruhiyesini taşıdığı ve kahramanına yansıttığı söylenebilir. Kaçıp kovalamaca sürerken Türkiye ve İstanbul hakkında -biraz karamsar ve umutsuz bir gözle- pek çok gözlem yapıyor Selçuk. Yazar da bu sayede geçmişe, bugüne, siyasete, ekonomiye, zihniyet biçimlerine, toplumsal olaylara ve topluma dair eleştirisini hikayeye yedirme fırsatı buluyor.
Hikayenin heyecanlı ve gerilimli iz sürme bölümlerinin bu denli başarılı olmasının en önemli nedeni mekanları, özellikle -barları, kafeleri, kitapçıları, sokaklarıyla- İstiklal Caddesi civarını çok iyi kullanmasında. Ali Parlar İstanbul’u -kenti bilenlerin hiç yabancılık çekmeyecekleri, bilmeyenlerin şehir hakkında bir kanaat oluşturacakları- kadar iyi canlandırmış. Metrodaki Yabancı başarılı bir ilk roman.
Görsel: Türksen Kızıl
Yeni yorum gönder