İnsan aşk ile yüzleşmeye başladığında, bazen sevgili sadece konsantrasyonu bozar. Sevgili, aşkın cisim kısmını temsil ederken; seven kişinin aşk hakkındaki düşüncesizliği ise zayıflığın, belki de zayıf görünmeyi tercihin önünü açıp aşka geniş bir hüzün ve sıkıntı alanı yaratacaktır. Bu hüzün ve sıkıntı alanı genellikle kamuya kapalıdır. Kişi, meziyetlerini bu alanı daha da genişletmek ve sınırları büyüyen bunalımın tam da göbeğinde iyice yalnızlaşmak için kullanacaktır çünkü. Aşk, egoizmin insanın kendi bedenine sığmaması sonucu biraz olsun rahatlamak uğruna ek bir beden bulma uğraşıdır bir bakıma. Egonun bu denli şişmesi durumu egonun kontrolü hâlâ elde tutularak bir diğerine de bulaştırılırsa aslında kirli kanın akıtılmasıyla zehrin dışarı çıkartılacağını savunmayı kolaylaştırır. Basitçe, aşk, büyüklenmenin başkalarında ehlileştirilme mücadelesidir. Ve eğer bu mücadele bir şekilde engellenirse, âşık bireyin hezeyanları herkesi üzmeye başlar. Yüzyıllardır söylenegelir: Aşk meselesi ile âşık olunan kişi arasında hiçbir ilişki yoktur. Zaten aşk acısı denen illetin nedeni de bu ilişkiyi kurmak konusunda inadından vazgeçmeyenin çekilmez, hastalıklı doğruculuğudur. Kendince haklı nedenler ortaya koyarak aşkını temize çıkartacaktır.
Âşık insanın çevresinden gizlediği bir çıkarı olduğuna inanırım; ilgi toplamaya çalışmaktan çok, ilgi dağıtmakla da bağlantısı bulunduğundan dolayı şüphelerim yoğunlaşır; dikkatimi bir süre sonra açığa çıkacak gerçeğe veririm. Kendim için de geçerli; bilinçaltımın bana oynadığı tehlikeli oyun aşk kisvesi altında başka bir dümenin dönmesidir. Olur olmaz bir şefkat ihtiyacı, kabul görme açlığı diyebileceğimiz aşk çeşitli yan duygularla da harmanlanarak sevimsiz bir hale bürünür ki bu yan duyguların başında özlem ve kıskançlık gelmektedir. “Biz bir elmanın iki yarısıyız” gibi uyduruk bir lafın altında, “sen ancak benimle bir elma olabilirsin, kapasiten bu kadar” ukalalılığı yatarken buna bir de ısrar yüklemek, öteki insanı yanı başına bağlamak ve hayatla iletişimini keserek yalnızca sizinle temasa zorlamak korkunçtur. Bu tuhaf ve ürkütücü işkence yöntemini asilleştirme çabasındaki sanat ise karanlıktır. Aşk, faşizmin sevimlileştirilerek yasallaşması, sosyal kurumların kolayca kurulabilmesi için uygun zemin teminini sağlamaya çoktan gönüllüdür.
Bir de aşkla karıştırılan tutku vardır ki onun yukarıda saydıklarımla zerre ilgisi yok. Evet, tutku zaaftır, zararlıdır ve iyileşme sürecini en baştan listeden çıkartmıştır ama insancıldır. Denge ile örtüşür. Dengenin yeniden tesisi saplantının feraha çıkması, derin bir “oh” çekme isteği ile mümkündür.
Devlet aşkları koruma altına alırken tutkuları marjinal sayar ve reddeder.
Hiç değilse mektuplarını okuyalım
Orhan Veli de bir tutku adamı; çünkü tutkularından başka inanç taşımaz, kendine yakıştırmaz. Ağır, zor bir hayatın ona sunduğu, getirip önüne bıraktığı bir kadın tanır. Nahit. İsmini edebiyat tarihçilerine emanet ettiği bu yasak tutkunun esiri olmayı bile bile seçer. “Ayrıca sana son derece hasretim. Birkaç gün olsun yanında kalmak ihtiyacındayım,” diyebilecek kadar masumdur. Nahit evlidir ama Orhan’a saygı, sevgi, hayranlık duymakta ve en önemlisi mutsuzluğundan çıkış ihtimalinde umut beslediği bir tutku büyütmektedir. Orhan, İstanbul’da beş parasız; Nahit, Ankara’da bir evde dayatılan hayata mahkumdur. Buluşmaları güç, kavuşmaları ise neredeyse imkansızdır.
Orhan, Nahit’e sürekli mektuplar yollar; gelmesi için yalvarır. Hem ekonomik nedenlerle yola çıkamıyordur hem de Nahit’e yakışacak üstü başı yoktur – utanıp çekiniyordur. Onlarca mektup kocaya yakalanma ihtimalini de taşıyarak adreslerden adreslere, eşe dosta da soramayarak, giderek gelir – bazen kaybolur. Ayrılık, sitemlere bürünür. Kalp karartır. Derken mektuplar, sevgililer birleşemeden Orhan’ın ani ölümüyle bitiverir. Aşk kazansa da tutku bir kez daha yenilip tarihe karışır. Kaybolur.
Yapı Kredi Yayınları tarihe karışacak olan bu tutkuyu, mektupları gerekli izinleri alarak bir araya getirdi ve kibarlığın incelikleriyle hesaplaşmanızı sağlayabilecek bir kitap oluşturdu. Edebiyat maceramızın mihenk taşlarından biri sayılabilecek Yalnız Seni Arıyorum, büyük bir önem ve değer taşıyor. Uzak durmaya çabaladığımız sevginin bir şairdeki yansıması, ıstırabı onun şiirlerine, günlük hayatına nasıl yansıyor, hem onu okuyoruz hem de nasıl rezil bir keyfimiz var, onunla cebelleşiyoruz.
Bir Orhan Veli, bir Nahit Hanım yaşamıyor artık yeryüzünde; yaşamıyor, yaşatmıyoruz. Hiç değilse mektuplarını okuyalım; belki içimizde bir yerlerde hâlâ bir ihtimal vardır. Belki hâlâ bizim de “yalnız seni arıyorum” diye seslenebileceğimiz biri, bir şey, bir yer... hatta...
Yeni yorum gönder