Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tanrı Kiergegaard'la Ne Kastetmiş Olabilir?



Toplam oy: 166
Geçtiğimiz aylarda Pinhan Yayınları'ndan Nur Bieber çevirisiyle Türkçeye kazandırılan kitabı Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş’ta duanın bilinen anlamını ters yüz eden, müthiş bir saptama yapar Kierkegaard. Duanın bilinen yorumuna tezat olarak Kierkegaard, duaya dinlemek yakıştırması yapar. Duanın konuşmak olduğunu sanan modern insan Tanrıdan bir karşılık gelmeyince bu yüzden Tanrı’ya küser, kızar, yok sayar.

“Hayatım insanları haberdar kılmak için hesaplanmış bir vecizedir”

 

Mizaçlar çatışması olarak tanımlar William James, antitezler savaşına dönmüş felsefe tarihini. Haksız sayılmaz. Varlıklarına ve yazgılarına temas edildikçe felsefelerini ifşa etmez mi birçok filozof? Tıpkı varlıklarına benzeyen varoluşlarıyla, önce kendilerini sonra da eserlerini var eder birçoğu. Bazen de o meşhur diyalektiğin kurucusuna dahi antitez geliştirir; modern egzistansiyalizmin kurucusu kabul edilirler. Bize de kimi zaman varlıklarından kimi zaman da var ettiklerinden varoluşlarını anlamak düşer. Evet, Hegel’in o kudretli felsefesine yaptığı antitezlerle kendine bambaşka, ayrıksı ve özerk bir yer inşa eden Kierkegaard’ı ve kastının ne olduğunu keşfedeceğiz.

 

Heidegger, Kierkegaard’ın felsefi metinlerinin yetersizliğinden bahsederken yaşamından damıtılmış yazılarının övgüye layık olduğunu söyler. Sartre da benzer şekilde (Kierkegaard’ın kendini filozof olarak addetmeyişinden cüret bularak belki) onu Hegel’in nesnel, evrensel ve akılcı felsefesine karşı, yaşamın özgüllüğünü savunan bir Hristiyan olarak görmekte ısrar eder. H. J. Blackham ise Altı Varoluşçu Düşünür kitabında bütün bunlara cevap verircesine Kierkegaard’ın “aşırılıkları kontrol eden ve ayağı yere basan diyalektik bir ustalıkla, Sokrates’in Hegel ile nasıl alay edeceğini” hayal ettiğini söyler. Çünkü o nihayetinde Sokrates’in öğrencisidir, ironisi de ondan mirastır.

“İman şövalyesi” ve aşk
Varoluşu soylu bir eylem olarak görür Kierkegaard. Çünkü ona göre önemli olan insanın tamamen, tümüyle ve tek ‘insan olma cesareti’ göstermesidir. Bu muazzam zahmeti Tanrı’nın karşısında göze alma cesareti göstermek, onun felsefesinde “iman şövalyesi” kavramına tekabül eder. Kierkegaard gibi inançlı bir egzistansiyalizm görüşüne sahip olan Ali Şeriati, kitabı Kendini Devrimci Yetiştirmek’te “Egzistansiyalizmi, insan varlığına asalet vermenin başka bir türü” olarak tasvir eder. Kierkegaard, yaşam deneyimini üç evreli şekilde tarif eder: Estetik, Törel (etik) ve Dini evreler. Bu varoluşa, tekamülü hedefleyen bir yorum gözüyle de bakılabilir. İlk evre hazcı, hedonist bir yaşama tekabül eder. Diğer evlere geçmek için estetik aşamanın aşılması zorunludur. Kierkegaard, insanda iyi adına ne varsa acının ondan doğduğunu düşünür çünkü. Ve ıstırap çekmeyi Kierkegaard, Tanrı’yla bir sırrı paylaşmak olarak görür, acıya olan bu hürmeti onun Ölümcül Hastalık Umutsuzluk ile Korku ve Titreme kitaplarındaki kasveti izah etmekte kafidir.
Kendilik felsefesi
Mükemmel aşkı, “insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesi” olarak tanımlayan Kierkegaard, Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nde aşikâr ettiği Regine Olsen’a olan aşkını, bir ömürlük kılabilmek adına terk eder. Böylece beraberken sınırlı gördüğü aşkı, ayrıyken sonsuz kılmak ister. Yaratıcı ile ilişki kurma biçimimiz, aşkla ilişkimizi de aşikâr etmez mi? Maşukla münasebetimiz, Yaratıcı ile münasebetimizin kötü bir taklididir belki de. Klişe ama en güzel örneği; Nietzsche’nin meşhur “Tanrı öldü” sözü. Aşka reddiyeler dizerken bile içten içe aşık olmak isteyen küskün, sitemkâr ve ihtiraslı romantikleri anımsatıyor. Aşk ve iman arasındaki bu bağıntı, aşkın tanrısallığının da en güzel ispatı değil midir? Kierkegaard’ın Tanrı ve aşkla olan münasebetini de böyle okumak mümkün.
Büyüklüğü kendi olmakta tanımlayan, can sıkıntısının dahi kendi olmayı reddetmekten kaynaklı bir çaresizlikten ileri geldiğini düşünür Kierkegaard. Ve asıl meselenin kendini anlamak, kendi varlığında Tanrı’nın ne istediğini görmek ve kendisi için gerçek olan bir hakikat bulmak olduğunu söyler. Kendisinden neredeyse bir asır önce doğan Rousseau’nun kitabında geçen “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi” anlamına gelen “Vitam Vero Impendenti” tabirinden haberdar mıydı bilinmez ama Kierkegaard da Yalnız Gezerin Düşleri’nin peşine takılıyordu: “Benim için hakiki olan bir hakikat bulmalıyım. Yaşayıp uğruna ölmek isteyeceğim bir fikir.” İnsanın ne olursa olsun kendisiyle yüzleşmesi gerektiğini söyler Kierkegaard çünkü insanı değiştirecek asıl şey insanın kendisidir. Bunlardan hareketle Hegel’in usçu felsefesine tutkulu antitezlerle şekillenen Kierkegaard’ın felsefeyi bir tür Kendilik Felsefesi yaptığına varılabilir.
Kitabı Ya - Ya da’da iki yaşam tarzından bahseder ve okurunu bir seçim yapmak noktasında tahrik eder. Çünkü “İnsan sonra neyi seçerse seçsin, Tanrı’yı seçmediği vakit, ya - ya da’yı da ıska geçmiş olur yahut da kendi ya - ya da’sı yüzünden mahv-u perişan olur.” Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş kitabında “Hiç kimse iki efendiye birden kulluk edemez” cümlesiyle başlayan vaazdan ilhamla bu durumda insanın iki seçeneğe mahkum olduğunu söyler: Ya - Ya da.
Islah edilmemiş zeka veya tinsel zeka
Akıl, ona sahip olmayanların asla göremeyeceği saklı bir hazine; aptallık, aynı yoldan defalarca geçtiği halde başka yere varmayı ümit eden bir körlük; ahmaklık kendi kendini ifşa eden bir gülünçlük; zekâysa fark edilmemesi namümkün bir yetenek. Mizaçlar kadar felsefe varsa, mizaçlar miktarınca da farklı zekâ türleri mümkün olamaz mı?
Zarafetle incelmemiş, zihinsel bir görgüyle ölçü kazanmamış, tecrübeyle akl-ı selime varamamış, ıslah edilmemiş vahşi zekâların ancak ıslah edilmesiyle kemal bir akla çıkıyor yolu. Islah edilmemiş zekâlar, uslanmazlar. Usları marazlıdır çünkü. Fikirleri dahi kırbaçlıdır onların. İlkel hazları vardır ve ancak o ilkel haz ortaklığı ile bağ kurabilirler. Islah edilmedikçe; şifa bulamaz, tekâmül edemezler. Buna tezat olarak Kierkegaard’ın zekasına ise tinsel zeka güzellemesi yapılabilir. Kierkegaard, kutsal kitaplar, büyük anlatılar ve vaazlardaki ilahi ve alegorik mesajları tinsel zekası, estetik ve felsefi dokunuşuyla başka bir hale büründürür. İbadet halinde giyinen özel elbiseler gibi kitaplarındaki mesaja uygun mahlaslarla kuşanır. Onlardan biri olan “Johannes de Silentio” Tevrat’taki İbrahim ve İshak kıssasından mülhemdir mesela.
Tanrı’nın kastı
Geçtiğimiz aylarda Pinhan Yayınları'ndan Nur Bieber çevirisiyle Türkçeye kazandırılan kitabı Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş’ta duanın bilinen anlamını ters yüz eden, müthiş bir saptama yapar Kierkegaard: “O dua etmenin konuşmak olduğunu sanmıştı; dua etmenin sırf susmak olmayıp, kulak vermek de olduğunu öğrenmişti. Ve bu böyledir, dua etmek kendi söylediğine kulak vermek değil, susma raddesine gelmek ve suskun kalmaktır, sabırla beklemektir, dua eden kişi Tanrıya kulak verene dek.” Duanın bilinen yorumuna tezat olarak Kierkegaard, duaya dinlemek yakıştırması yapar. Duanın konuşmak olduğunu sanan modern insan Tanrı'dan bir karşılık gelmeyince bu yüzden Tanrı’ya küser, kızar, yok sayar.
Kierkegaard’a göre müphemiye tin olduğu yerde ayartıcılık vardır. Şeytan, müphemiyetin olmadığı yerde acizdir; Tanrı ise hiç kimseyi ayartmaz. Kierkegaard, kırdaki zambak ve gökteki kuşun varlığıyla Tanrı’nın kastına kulak verir. Kırdaki zambaktan ve kuştan sükutun ilmini öğrenir. O ses, hikmetin başlangıcı Tanrı korkusu; Tanrı korkusunun başlangıcı ise sükut olduğunu söyler. O sessizlikte “Tesellinin Tanrısı”nı bulur; ilahi sevinci keşfeder. Sevinçli olmak kendine yakın olmaktır, hakikatte kendine yakın olmak ise bugünde kaim olmaktır der.
Kierkegaard, Tanrı’nın kendi varığıyla ne kastettiğini merak ediyordu. Tanrı, onun vecizesiyle bize neyi olabilir peki? Kendimizi? Hayatı? Kendi hayatımızı? Hayatın anlamının peşine düşmekten çok hayatın bize ne anlattığına kulak vermeyi… Belki de hayatın bizi anlaması değil bizim onu ve kastını anlamamız gerekiyor. Kierkegaard’dan ilhâmla: Hayat bununla bize ne kastetmiş olabilir?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.