Richard Matheson’ın Ben, Efsane! romanı birçok açıdan tarihe geçmişti. Bu özelliklerinden biri, yazarın vampir edebiyatına getirdiği bilimkurgusal yöndü. Ben, Efsane!’den sonra benzeri çok vampir romanıyla da karşılaşmadık; daha çok, vampir romansı diyebileceğimiz anlatılar doldurdu bu edebiyat türünü. İlk modern vampir romanlarından biri olduğu iddia edilen bu eserle aynı damarda ilerleyen Yavru Kuş romanı da, son zamanlarda görmeye alıştığımız “vampir aşkı” kurgularından ayrı bir yerde duran ve bilimkurgu okurunu daha çok memnun edecek türden bir eser.
Çok da şaşılacak bir özellik değil bu, çünkü Octavia Butler Türkçede ilk defa gördüğümüz bir yazar olsa da, Amerika’da oldukça saygı duyulan bilimkurgu eserleri yaratmış, önemli birçok ödül kazanmış bir yazar. Butler’ın, özellikle Yavru Kuş’un konusuna ve önemine ilişkin olarak bahsedilmesi gereken iki yönü daha var: Birincisi, yazarımız bir kadın. Bilimkurgu, fantastik kurgu ve korku edebiyatında Ursula K. Le Guin, Anne Rice, Connie Willis ve Jo Walton dışında çok fazla kadın yazarla karşılaşmıyoruz. İkincisi, siyahi bir yazar Butler. 1960’lı yıllarda 20’li yaşlarında olan, ırkçı düşüncelerin ve ırkçılık karşıtı hareketlerin önemli bir dönemine tanıklık etmiş biri.
Bir kan davası öyküsü
Yavru Kuş’un kahramanı ve anlatıcısı Shori de, tıpkı yazarı Butler gibi siyahi bir kadın, ama aynı zamanda bir vampir. Nerede olduğunu bilmediği bir mağarada uyanan, geçmişine dair hiçbir şey hatırlamayan Shori’nin, sanki yeni doğmuş biri gibi hayata adım attığı ilk bölüm, bizi kendisiyle özdeşleşmeye hızla davet ettiği için olsa gerek, son derece gizemli ve sürükleyici. Romanın devamındaysa, Shori’nin bir delikanlıyla karşılaşmasını, yakınlaşmasını, geçmişiyle ilgili gerçekleri öğrenmesini, ailesini katledenlerin peşine düşmesini okuyoruz.
Romandaki vampirler kendilerine “İna” diyor. İnalar, kendi sözlü edebiyatları, kutsal kitapları, efsaneleri olan bir vampir soyu. Tıpkı biz insanlar gibi, kökenlerine ilişkin tartışmalı iddialar var. Bunlardan birine göre Dicle ve Fırat nehirleri civarında insanların arasına karışmışlar, sonra da Romanya civarına yayılmışlar. “Ortakyaşar” adı verilen insanlarla beraber yaşıyorlar ve onların ömürlerini uzatıyorlar. İnaların içinde birçok farklı vampir ailesi var ve aslında Shori’nin öyküsü de bir kan davası öyküsüne bağlanıyor. Geçmişinin hesabını soran, siyahi bir kadının öyküsü de diyebiliriz buna, vampirlerin arasında geçen bir kan davası öyküsü de… Tabii ki bir vampirin kanının asla yerde kalmayacağını Carmilla’dan ve Dracula’dan beri zaten biliyoruz.
Yavru Kuş’un öyküsü, birkaç kelimeyle özetlenebilecek kadar basit görünüyor olabilir, ancak olayların dışında kahramanı, arka planındaki toplumsal eleştiri ve yaptığı bilimkurgusal katkıyla diğer örneklerden farklı bir konuma kolaylıkla ayırabileceğimiz bir vampir romanı bu. Shori, aşkın ve cinselliğin kahramanı olmaktan bıkmayan tüm kadın vampirlere karşı yeni bir kadın, yeni bir kahraman, yeni bir vampir.
* Görsel: Staycee Pearl’ün Octavio Paz’dan ilham alarak sahnelediği dans gösterisinin afişinden.
vampir olmak istiyorum olursam sizi kanınızı emicem hahahaha
Yeni yorum gönder