“Tesadüf, Tanrı’nın fark edilmeden geçip gitmek için büründüğü biçimdir,” diyor Jean Cocteau. Bu bağlamda bir hikaye anlatmama izin verin. Michel Foucault ismi hepimizin nöronlarında titreşimlere sebep oluyor mu? Güzel, o halde başlayalım: Bizim yaramaz Fransız, bir gün José Corti’nin kitapçısındaki eserleri karıştırırken Raymond Roussel’in külliyatına denk geliyor. Foucault’nun Roussel’i tanımadığını fark eden Corti de muzırlık fırsatını kaçırmıyor tabii: “‘Yapma ya Roussel bu!’ deyince anladım ki bu Raymond Roussel’in kim olduğunu bilmem gerekiyor.” Bu tatlı tesadüfün bize hayrı ise Foucault’nun Ölüm ve Labirent’e gebe kalmış olması. 1963 tarihli bu kitap, Foucault’nun külliyatında bir isim üzerine edebiyat eleştirisi yaptığı tek eser.
(Görsel çalışma: Nikola Vukovic)
Şimdilik Foucault’yu bir kenara bırakırsak... XIX. yüzyılın son çeyreğinde, zengin bir Fransız ailesinde dünyaya geliyor Roussel. İlkgençliğinde Paris konservatuvarında bir virtüoz adayı olarak gösterilirken, La Doublure isimli öykü-şiirini gece gündüz mefhumunu kaybederek yazarak edebi kırılmasını yaşıyor. Buna daha sonra zihinsel kırılmalar da ekleyecek olan Roussel, Birinci Dünya Savaşı’nda kamyon şoförlüğü yapıyor; özel bir araba yaptırıp İstanbul da dahil olmak üzere dünyayı geziyor; servetini tüketmesinden sonra ise Palermo’daki bir otel odasında, arkasında ekseriyetle kendi cebinden yayımlattığı bir roman, birkaç şiir, oyun, öyküler ve edebi vasiyeti olan “Bazı Kitaplarımı Nasıl Yazdım?”ı bırakarak aşırı dozda barbitürattan ceketini alıp sahneden ayrılıyor. Ardında bıraktığı yazın ise başta gerçeküstücüler, Oulipo ve Yeni Roman akımları olmak üzere XX. yüzyıl Fransız edebiyatına derinden tesir edecektir. Patolojik olarak adlandırılan Roussel vakası, Foucault için biçilmiş kaftandır hiç şüphesiz.
Foucault, Ölüm ve Labirent’te okuyucuyu Roussel’in külliyatını kapsamlıca ve tek tek analiz edeceği bir yolculuğa çıkarıyor. Lakin bu külliyatta, post-mortem bir yayın olan “Bazı Romanlarımı Nasıl Yazdım?”daki, Roussel’in kendi ifade biçimini bulduğu ve ‘teknik’ adını verdiği yöntemin üzerinde durmasının üzerinde durarak, Foucault-Roussel ve okuyucudan oluşan üç katlı bir labirent oluşturuyor. Roussel’de nesnelerin görünür yüzlerini çekirdeklerinden ayıran mekan ile dil arasındaki bağı inceleyen Foucault, bir yandan da Roussel’in yazınını gerçeküstücü akımın marjinalleştirici himayesinden özgürleştirmeye çabalıyor.
Lakin bu bağlamda Türk yazınını ilgilendiren iki problemle karşı karşıya kalıyoruz: Birincisi, Roussel’in dilimize kazandırılan yegane eserinin Locus Solus olması. Frankofonlar müstesna tutulduğunda bu durum çapraz okumaları olanaksız kılarak bizi Foucault’nun analizlerinin derinliğine varmaktan alıkoyuyor. Öteki problem ise, Roussel’in yazınını münferit kılan dil ve ‘teknik’in Fransız gramatiğinin inceliklerine dayanması. Bu noktada okuyucuyu eserdeki kimi tenkitlerin Fransızcanın sınırları içerisinde kalacağı hususunda uyarırken, yayıncılarımızı da henüz yayımlanmamış külliyatı adına Raymond Roussel’e hak ettiği ilgiyi takdime davette yarar var.
Yeni yorum gönder