Allen Ginsberg Türkiyeli okurlar için, diğer Beat Kuşağı mensupları gibi bir kült statüsünde, bu kesin. Ama işin ilginç ve tuhaf yanı, şimdiye kadar Ginsberg’ün sadece o meşhur Uluma’sının ve buna ek birkaç şiirinin Türkçeye çevrilmiş olması. Bu hal, sanki Ginsberg 1955’te Uluma ile bir an patlamış da sonra kaybolup gitmişmiş gibi bir his yaratıyor. Halbuki öyle değil, 1997’de bu dünyayı terk edene dek yazmaya ve dünyanın gidişatını kurcalamaya devam etti. Ama bu yazan ve yaşayan Ginsberg buralara hiç sirayet etmedi. Bir karşı-kültür figürü olarak yerli ‘kaybedenler’in ya da ‘neo-hippiler’in pek bir el üstünde tuttuğu Ginsberg 1950’lerde donup kalmış bir figür olmaya devam etti. Sel Yayıncılık'tan çıkan ve Ginsberg’ün 1952-1995 arası yazılarını bir araya getiren Toplu Halüsinasyon, Ginsberg personası ve metinleri arasındaki bu garip ayrımı biraz olsun gideriyor. Ginsberg’ün şiirinde görülen mistik, politik ve muhalif damarların kökenini göstermesinin yanı sıra Ginsberg’ün ‘aktivist’ yaşamına ve yazıyla kurduğu bağa dair de anekdotlar içeren bir düzyazı toplaması bu.
Kitap ismini Ginsberg’ün “askeri-endüstriyel kompleks” olarak tanımladığı Amerika’nın topyekun gördüğü ideolojik, korku dolu “halüsinasyon”dan alıyor ve elbette yazıların çoğu bu “toplu halüsinasyon”dan uyanma yönünde bir çağrı. Amerika’da bu halüsinasyon sayesinde yaratılan korku kültürünün hedef aldığı bütün karşı-kültür meziyetlerini bünyesinde taşıyor Ginsberg: Tüketim karşıtı, savaş karşıtı, ‘tanrıtanımaz,’ mistik ve eşcinsel bir şair. Bu açıdan yazdıkları hem ideolojik bir hassasiyetten hem de kişisel tecrübelerden besleniyor. Yani, iki kere rafine.
Siyaset ve Kehanet adlı ilk bölümde Ginsberg’ün rahatsız bir ‘Amerikalı’ olarak Amerikan politikasına şidddetle eleştirdiği yazılarından oluşuyor. Whitman’ın ABD’nin gelecekte “ulusların belası” olacağı yönündeki kehanetinden hareketle Amerika’nın uyguladığı “materyalist vahşet”i haykırıyor: Şili’den, İran ve Yunanistan’a kadar Amerika eliyle kurulan diktatörlükler, yapılan darbeler, Kamboçya, Vietnam ve Tayland’a yapılan askeri müdahaleler vs… Ginsberg bütün bunların suçlusu olarak aşırı-rasyonalizmi ve materyalizmi gösteriyor. İlerlemeci, sanayici, tüketimci bir toplum emperyalist bir kuvvet olarak hammadde arayışı için her türlü vahşeti ifa edebilir. Bu “materyal güç” arayışının ulaştığı nihai nokta olan Nükleer Güç’ün karşısına, Çiçek Gücü’nü koymayı öneriyor. Bu noktada bütün totaliter ve materyalist güçlere karşı bir şüphe beliriyor. Buna vahşi kapitalistlerin olduğu kadar, sanayici ve kalkınmacı ‘Marksistler’in kurduğu otoriter ve saldırgan sistemler de dahil. Ginsberg ABD, Çin ve Rusya’nın işte bu aşırı materyalizm virüsünde ortak bir noktada buluştuklarını söyleyerek, insanları topyekün bir kafa değişimine ve manevi bir devrime çağırıyor. W. C. Williams’tan yaptığı şu alıntı bütün meseleyi özetliyor aslında: “Başka bir dünya sadece başka bir kafa demektir.” Başka bir “kafa” yani şuura ulaşmadan başka bir sistem kurduğunuzda eski sistemin muktedirlerinin yerine yeni muktedirler koymuş olursunuz.
Bu ‘kafa’ meselesi de insanın dünyayla ve doğayla kurduğu ilişkiyi topyekün değiştirmesini gerektiriyor. Ginsberg insanların bir nevi ‘bilinç sıçraması’ yaşaması gerektiğini söylüyor. Bu sıçralamalar için iki kanal öneriyor. Batı rasyonalizmine alternatif sunan Doğu felsefeleri ve çeşitli kimyasal ve doğal ‘uyuşturucu’lar. “Uyuşturucu Kültürü” başlıklı ikinci bölümde açıkça herkesin LSD ve marihuanna kullanmasını ve Huxley’in dediği gibi “algı kapılarını” açmalarını salık veriyor. Bu açılan algıyı “mikroskobik bir hassasiyet” olarak tanımlıyor ve muktedirlerin tam da bu mikroskobik algıdan korktukları için LSD, marihuana ve türevlerini yasakladığını öne sürüyor. Doğru mu doğru.
“Farkındalık ve Maneviyat” başlıklı bölümdeki yazılarda bu algı açılmasının dünyayı nasıl etkileyeceğinden bahsediyor. Buradaki “Küba Devrimine Yazınsal Bir Katkı” bilhassa ilginç bir örnek. Burroughs’un romanlarındaki olağan bilinç halini afallatan alternatif bilinç halinden söz ettikten sonra, sözü Küba’ya, o güzel devrime getirerek, Küba’nın da maalesef farklı bir bilinç haline ulaşamayıp aynı mutlakiyetçilik ve rasyonalizme yenik düştüğünden söz ediyor. Küba’nın “bile” sistem kodlarına uymayan yazar ve şairleri ve bilhassa “gay”leri nasıl dışladığından bahsederek, o ideal dünya “eski tarz bilinç temelinde kurulabilir mi” diye soruyor. Kendi alanından, şiirden bahsederek, Küba’daki “dil sansürü”nün bir “bilinç sansürü” olduğunundan söylüyor ve insani yaratıcılığa ket vurmaya çalışan mutlakiyetçi modellerin aldığı biçimlerin önemli olmadığına işaret ediyor.
Bir sonraki bölümde de ‘seks’ yasaklarından dem vurup, insanları cinsel bir devrime davet ediyor. Orwell 1984’te bastırılmış bir cinsel yaşamın Big Brother’ın insanları kontrol etmekte kullandığı araçlardan biri olduğunu söylüyordu. Ginsberg de aynısını söylüyor.”Devlet denetimli seks kıtlığı”nın insanları bir doygunluktan ve daha üst bir bilinç düzeyine çıkmaktan alıkoyduğunu ifade ediyor. Çok doğru. Reklamlar bile bunun üzerine kurulu. Adorno’nun “hem muhafazakar hem pornografik” diye tanımladığı kültür endüstrisi de öyle. ABD’de kendisine ve diğer yazarlara karşı açılan müstehcenlik davalarının arkasında yatan nedenleri de ifşa etmeyi ihmal etmiyor Ginsberg. Aslında hepsi aynı kontrol sisteminin, insanların “başka bir bilince” geçmesini engellemek isteyen “büyük makina”nın parçası. Ginsberg bu makinaya Uluma’da Molok adını veriyordu: kendisine adanan çocuklarla beslenen canavar Molok..
Kitaptaki güzel kısımlardan biri de Ginsberg’ün edebiyat meselesi ve kendisini etkileyen yazarlar üzerine yazdıkları. Blake, Burroughs, Genet ve yazarların dışında da John Cage, Andy Warhol ve Robert Frank portrelerini Ginsberg’den okumak son derece zihin açıcı. Aslında kitabın genel etkisi de bu: insanın zihnini açan bir madde gibi.
Bu kitap sayesinde, Türkiye’de bilinen ama yayınlanmamış bir kült figür olarak hayaletimsi bir varlığa sahip olan Ginsberg ete kemiğe bürünmüş oluyor. Bir de bin küsur sayfayı bulan ‘toplu şiirleri’ yayınlansa ne de iyi olur. Son olarak, daha önce Burroughs da çevirmiş olan Süha Sertabiboğlu’nun son derece yetkin bir çeviriyle bu işi kotardığını belirtmek lazım.
Yeni yorum gönder