Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

YENİ GERÇEKLER İÇİN YENİ BİR GERÇEKÜSTÜ



Toplam oy: 1294
Ilgın Yıldız
Komşu Yayınları

Hayat o denli hızlı akıyor, herşey o denli hızlı değişiyor ki, “gerçek”in hayata uyum sağlaması gitgide zorlaşıyor. Bugünün gerçeğiyle dünün gerçeği arasında dağlar kadar fark var artık. Yarının gerçeğini, hayal bile edemiyorum!

Bu noktada, hangi gerçekten söz ediyorsun, diye sorulabilir elbette. Her konuda, birbirinden farklı binlerce gerçek var. Kesinlikle hepsinden söz ediyorum. İstisnasız tüm gerçeklerden!

Peki “gerçek”in durumu buysa, “gerçeküstü” ne alemdedir? Dünün gerçeküstücülüğüyle bugünün gerçeküstücülüğü arasında fark var mı? Elbette var. Belki de “Yeni gerçeküstücülük” diye adlandırabileceğimiz bir tarzın çok ilginç örnekleriyle karşılaşıyoruz nicedir.

Genç, hatta en genç öykücülerimizden Ilgın Yıldız'ın ilk kitabı Yaygaracı Ruhlar bu açıdan çok iyi bir örnek. Bir ayağıyla gerçeğe sımsıkı basan, diğer ayağıyla sınır tanımadan uçan; ama bütünlük bozulmadığı için iki ayağı arasındaki uyumda en ufak bir aksama olmayan, açıkçası gerçekle bağını hiç koparmayan yeni bir tür gerçeküstücü anlatımla karşılaşıyoruz Yaygaracı Ruhlar'da.

Aslında sıradan sayılabilecek insanlar, sıradan sayılabilecek olaylar, mekânlar söz konusu. Ama öyküyü okurken, insanlarda bir tuhaflık seziyorsunuz. Olaylarda, mekânlarda da aynı tuhaflığı hissediyorsunuz. Anahtar sözcük bu aslında: Tuhaflık! Çok acayip, akıl almaz, gerçek dışı değil. Sadece tuhaf. O yüzden de gerçeklikten kopmuyor, gerçeğin, bizim algılayamadığımız başka bir boyutuyla karşılaşıyoruz. İkinci anahtar sözcük de “boyut” aslında. Aynı zamanda, aynı uzamda, yaşadığımız sıradanlığın tam da ortasında başka bir boyutun gerçekliği, bizim yaşadığımız boyutunkiyle harmanlanıyor. Böylece, bizim için yeni bir gerçeklik, başkaları içinse yeni bir gerçeküstülük çıkıyor ortaya.

Yaygaracı Ruhlar'ın en dikkat çekici öykülerinden biri olan Sırra Kadem'de, ani değil, kademeli gelişen bir sırra kadem hadisesiyle karşılaşıyoruz örneğin. Önce kasabanın ortasındaki elektrik direği ortadan kayboluyor; derken tamirci çırağı Zimzum. Aslında kasabaya hâkim olan, bu kayboluşların ardında yatan şey; boşluk. Bir zamanlar var olanlar zamanla yok oluyor ama, onların gerçekten var olup olmadıkları kuşkusunu da doğuruyorlar içimizde. Açıkçası, art arda sıralanan kayboluşların öyküsünü mü okuyoruz, yoksa zaten kayıp bir kasabada, aslında hiç olmayan şeyleri mi tahayyül ediyoruz, belli değil.

Fantastik öyküler yazmadığı halde kurguda fantastiğin özelliklerinden yararlanan, fantastik bir dil kullanmadığı halde gerçekçi dili fantastiğin öğeleriyle kuran Ilgın Yıldız, bu ilk kitabıyla, gerçeği dönüştürmeye başlayan bir kuşağın temsilcilerinden, hem de iyi temsilcilerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Dil demişken, Lütfen Sabahat adlı öyküdeki şu paragrafa değinmeden geçmeye gönlüm elvermiyor:

“...Sabahat, üç gün sonra, Beyoğlu'ndaki küçük evinde ömürsüz bulundu. Kalbine bir ağrı saplanmış, kalbi acımış. Bir türlü başından ayrılmayan dört kedisini, teker teker, inat ve güçlükle söküp atmışlar... Söküp atmışlar.”    

İki ise, kendi alanında gittikçe tanınmaya başlayan, sık sık konferanslar veren Bay Adelaide ile söyleşi yapan genç bir gazetecinin öyküsü. “Kendi alanı” dediğime bakmayın, Bay Adelaide'nin alanının ne olduğu, insanların onu dinlemek için neden bu konferanslara katıldıkları da çok açık değil. Zaten gazetecinin sorularına da kendisi değil, yardımcısı cevap veriyor. Bay Adelaide'nin cevap vermesi zaten beklenemez; çünkü o sadece düşünüyor... Fatura ödemek, televizyon seyretmek, kitap okumak, yemek yemek, banyo yapmak gibi bütün gündelik işleri yardımcısı yapıyor. Bu durumda, konferansları verenin de yardımcısı olması gerekiyor. Zaten yardımcısının adı da, büyük bir tesadüf örneği olarak, Adelaide! Aslında, bir insanın taşıdığı özellikleri paylaşan, biri sadece düşünmekle, diğeri eylem gereken işlerle uğraşan iki ayrı insanla karşı karşıyayız. Diğer bir deyişle, bir insanın iki yarısı, tuhaf bir biçimde iki ayrı insana dönüşmüş. Dış görünümlerindeki farklılık da, bir insanın sahip olabileceği fiziksel özellikleri paylaşmış olduklarını düşünmemize neden oluyor. Adlarına gelince... Yaptıkları işin içyüzünü gösteren bir şifre sadece. Bay Adelaide. Ne kadar da “alelaide”yi çağrıştırıyor!

Peki bu kişi (ya da kişiler) neden konferans veriyor? Bunu (ya da bunları) dinlemeye kimler gidiyor? Bu genç gazeteci, neden bu kişiyle (ya da kişilerle) söyleşi yapmaya kalkıyor? Gazeteyi okuyanlar bu söyleşiden ne alacak, ne anlayacak allahaşkına?

Öyküyü okurken bu soruları kendimize sorabildiysek eğer; bu öykünün fantastik bir yol izler gibi yaparken aslında gerçeğin tam da bam teline dokunduğunu, bizi ters köşeye yatırdığını fark ediyoruz. Gazeteleri açın ve kimlerle söyleşiler yapıldığına bakın; kimler konferanslar veriyor ve kimler onları dinlemek için salonları dolduruyor? Hepsi alelade değil mi? Pardon, hepsi Adelaide değil mi diyecektim...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.