Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Yıllar bütün omuzlara aynı ağırlıkta çökmez"



Toplam oy: 1742
Simone de Beauvoir
Yapı Kredi Yayınları
Moskova'da Yanlış Anlama'nın esas derdi, sevme biçimleri üzerinde düşünmemizi sağlamak. Bunu yaparken zihnimizin özgür olmasının ve özgür kalmasının, bizi biricik yapan şeyin kendisi olduğundan da dem vuruyor.

Aşk, varlığını kutsayarak ötekinde kendimizi sınadığımız bir bilgi. Doğanın cömertliğine, talihin lütuflarına ve diğer şeylere de âşık olabiliriz elbette. Ancak en çok ötekiyle kurulan bir ilişkide tanıyoruz kendimizi, zihnimizin ötekini tasarladığı bir evrenin içinde, bizden talep edilmeyeni vermeye gönüllü, eksik şeyleri tamamlamayı ümit ediyoruz. Aşk kendini sıkı ilmeklerle boynumuza geçiriyor…

 

Konuk Kız, İkinci Cins ve İkinci Seks adlı önemli kitapları ile ufkumuzu zenginleştirecek tartışmalar yaratan Simone de Beauvoir'ın uzun öyküsü Moskova'da Yanlış Anlama, kadınların ve erkeklerin yakından tanıdığı duyguların üstünden yine bu duygu durumlarının yarattığı karmaşanın, zamanın ve kentlerin tanıklığı ile  geçmemize olanak veriyor.

 

Moskova'da Yanlış Anlama, yaşlı bir çift olan André ve Nicole'ün, André'nin ilk evliliğinden olan kızı Macha'nın yanına, Sovyetler Birliği'ne yaptıkları seyahat esnasında yaşadıkları bir yanlış anlamayla içine girdikleri kriz etrafında gelişiyor. Anlatım dili olarak yaklaştığı sinematografik biçem, bir Bernardo Bertolucci filmi tadı bırakır okuyucunun hafızasında. Beauvoir'ın biçim arayışı bu uzun öyküde, dönüşlerle birbirine paralel bir anlatım tekniğine dönüşüyor. André'nin ruh evreninde gezinirken diğer yandan Nicole'ün iç sesinin çağrısıyla onun hikâyesine odaklanıyor okuyucu. Böylelikle kahramanların bakış açısından yaşadıkları krizi okuyabilmemizi sağlıyor, metnin içinde gezdiriyor bizi.

 

Simone de Beauvoir bu emekli öğretmen çifti yolculuk metaforunun kullanışlılığından faydalanarak Moskova'da, Leningrad'da, kentlerin dönüşümünü de arka planda hatırlatarak, uzun soluklu bir ilişkinin odağına yerleştiriyor. Ancak bu noktada “eski zaman aşk”ları efsanesini ters yüz ederek, zamanın dünyaya karşı o iki kişilik duruşu nasıl örselediği gerçeğini de metnin izleği olarak canlı tutuyor. İnsan ruhunun ve gövdesinin zamana yenik düşen kabuğunu, André ve Nicole'ün iç sesiyle tarazlıyor. Zamanın bedene gömdüğü işaretlere okuyucunun dokunabilmesi için açık dillilikle konuşuyor yazar. Onun, André'nin  ve Nicole'ün ihtiyaçlarını, paylaşım dili geliştirirken karşılaştıkları güçlükleri doğru okuyabilmesi için zihnini özgürleştirmeye hevesli okurlara gereksinimi var. Bu anlamda Simone de Beauvoir  zamana atıfta bulunarak bir ilişki biçimi olarak evlilik olgusunu masaya yatırıyor. Her ne kadar öykü mutlu sonla bitiyor olsa da, ufak bir yanlış anlama ile geçmişin anılarından derdest edilen, şimdiye uyum sağlayamayan Nicole ve André, Macha'nın rehberliğinde kırılma yaşıyorlar beraberliklerinde. Macha karakterinin öyküdeki varlığı şüphesiz bir başka izlek. Onun gençliği ve henüz tüketilmemiş ümitleri Nicole için, zamanın bir yerinde yitip gitmiş olan fırsatlarla, kendini gerçekleştirme macerasında ertelediği hayalleriyle yüzleşme zorunluluğuna evriliyor. Üstelik Macha, Sovyetler Birliği'nin kadına sağladığı özgürleştirici olanaklarıyla Nicole'e, kendi Fransa'sının kadının değerini tüketen sistemini hatırlatıyor sürekli. Öte yandan bedenine yabancılaşan yaşlanmış bir kadın var karşımızda.

 

Tek eşlilik buhranları

 

 

Oğlu Philippe'in başarı (!) odaklı İrene ile evlenmek üzere oluşu, André'nin kızı Macha'ya gösterdiği yakınlık Nicole'e sanrılarına teslim olacağı kahredici bir kurgu hazırlıyor. Moskova ve Leningrad gezileri, kendi hayatlarının muhasebesini yapabilecekleri farklı yolculuklara dönüşüyor. Gerçeğe bakma cesareti iki karakteri de sıkıntılı bir biçimde sınıyor. Artık birliktelikleri, sebebini yitirdikleri konformist bir bağlılık mıdır yoksa taze başlangıçlara gereksinim duyulan bir gömlek değiştirme midir?.. Simone de Beauvoir, evliliğin hatta tek eşliliğin yarattığı buhranlara okuyucuyu da tanık ederek bir düşünme estetiği yaratıyor. Metne dâhil olan her okurun kendi hikayelerini, ilişki biçimlerini ve var olma çabasına ivme veren parametrelerini gözden geçirmesini, kendi evrenini yeniden keşfetmesini de salık veriyor. Ancak Moskova'da Yanlış Anlama'nın esas derdi, dünyayı anlama çabamızın bir kanıtı olarak sevme biçimlerimiz üzerinde düşünmemizi sağlamak. Bunu yaparken zihnimizin özgür olmasının ve özgür kalmasının, bizi biricik yapan şeyin kendisi olduğundan da dem vuruyor. Bedenimizi yaşlandırdığını düşündüğümüz zamanın, saçlara yerleşen bir parça beyaz bulutun ya da alında derinleşen yol yol çizgilerin öğrenilmiş korku ve endişeler olduğunu söylüyor ancak ne André ne de Nicole, bu kaygıların dışında kalacakları bir dünyayı henüz hayal edemiyorlar. Bu telaşların kaynağını sezebiliyorlar en fazla.  

 

Simone de Beauvoir'ın, Sovyetler Birliği'ni mekân ve atmosfer tasarımında tercih etmesi gizemli bir merak ya da romantik bir şirinlik değil elbette. Dönemin siyasi, kültürel ve teknolojik gelişmeleri, tasavvur edilen dünya görüşünü temsil etmeye yakın durmadığından bu durumu sorgulama şansını Moskova'da yaşanacak bir yanlış anlama ile bağlıyor.

 

Öte yandan Simone de Beauvoir'ın bu uzun öyküsünü değerli kılacak belki de en önemli sebep, ötekiyle girdiğimiz ilişkilerin bizi biçimlendirdiği ve bu ilişkiler yoluyla kendimizi mümkün kılan cümleleri kurabildiğimiz bir dünyanın varlığını müjdelemesi. Seçeceğimiz herhangi bir iletişim yolunun, diğerlerinin yargılarından bağımsız, özgür irademizi gerçek kılacak bir tavır olması gerektiğini ifşa ediyor kurgu.

 

Yapı Kredi Yayınlarından çıkan Moskova'da Yanlış Anlama, Aysel Bora'nın incelikli çevirisiyle, kendi cümlelerimizin peşinde zenginleşeceğimiz bir yaşamın esiniyle okuruyla buluşmayı bekliyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.