Zonguldak’ta bir ocak. Yerin bilmem kaç yüz metre altında bir maden ocağı. Bu öyle bir hammadde ki, insana yaşaması için ihtiyaç duyduğu hemen her şeyi veriyor. Havayı, suyu, tende gözenek gözenek açılan aşkı. Aradan yaklaşık yetmiş yıl geçmiş. Madende battıkça batmış derine. Ta ki bir sinemacı, Yılmaz Erdoğan onu olduğu yerden çekip çıkarana kadar. Çıkarıp da izleyicinin ve okurun kalbine saplayana kadar. Zonguldaklı şair Muzaffer Tayyip Uslu, Kelebeğin Rüyası filmiyle birlikte ilk ve tek kitabı ile okuruyla buluştu. Hep aynı zamanda geçiyor şiirleri, bu zaman kitaba da ismini veriyor: Şimdilik.
Erken ölenlerin hali var onda. Yüzü hep gülüyor, kendi alemine dalıp giden insanları, mavi gökyüzünü, hayatı, mesela evinin yolunu şaşırmasını ya da bir siyah başörtüyü seviyor. İnsan sevmeyi istemeyegörsün, sevdiğin kızın kocaya kaçışından bile gülümseyerek bahsedebilir. Muzaffer Tayyip Uslu da öyle yapıyor. Şiirine etrafındaki tüm insanları, gözün görebildiği her imgeyi dahil ediyor. Onun perspektifinden bakınca gerçekçi anlatımı gerçek olamayacak naiflikte bir masala dönüşüyor. Necatigil’in dediği gibi, şair “yaşamındaki acılara rağmen, gizli bir üzgünlük içinde yaşamanın güzelliğini yazıyor.” Yüce bir dil ustası olmaktan uzak, öyle bir iddiası da yok. Yazarlık yolculuğunun en başında, hiçbir yol ayrımına düşemeyecek kadar az yaşıyor. Yine de israf etmiyor, her güne on şiir sığdırmıyor, zamanını, kelimelerini, şiiri ekonomik kullanıyor. Bu nedenle 24 yaşında vefat ettiğinde geride bir küçücük şiir destesi bırakıyor ve bu deste lisede öğrencisi olduğu Behçet Necatigil tarafından inceleniyor, Necati Cumalı tarafından ise kitaplaştırılıyor.
Zonguldak onu hiçbir zaman unutmuyor. Zonguldaklı olmanın bir gereği de Muzaffer Tayyip Uslu ve onunla neredeyse aynı kaderi paylaşan can arkadaşı şair Rüştü Onur’u tanımak, şiirlerini bilmek. Yaşarken birbirinden ayrılmayan bu iki dost, şiir sohbetlerinde, okuma günlerinde onları hatırlayan genç dimağlar sayesinde soğuk ve dalgın Zonguldak akşamlarına konuk oluyor. Birkaç gazeteci ondan söz ediyor, birkaç araştırmacı şiirlerini inceliyor. Böylece bir yer ediniyor Türk edebiyatında.
Ortaokul yıllarını Mersin’de geçirdikten sonra, babasının Zonguldak Kömür İşletmeleri’ne tayin edilmesiyle annesi, babası ve kız kardeşiyle bu Karadeniz şehrine yerleşiyor. Geride ağabeyini ve babaannesini bırakarak. Asıl memleketi İstanbul, ancak anavatanı Zonguldak oluyor kısa zamanda. Aşkı, dostluğu, şiiri ve ölümü burada tanıyor. İlk ve son gençliği savaşla geçiyor Muzaffer Tayyip Uslu’nun. 1922’de bu dünyada doğmuş hemen herkes gibi. Dünya ikinci kez bir harple kırılırken, o kaleme ve kağıda sarılıyor. Kendi gibi şair olan arkadaşı Rüştü Onur’a tutunuyor. Soylar kuruyor ve Muzaffer Tayyip Uslu ölüleri konuşturuyor şiirinde, çeşit çeşit ölüleri. Kimi veremden, kimi cephede savaşırken, kimi soğuk algınlığından kimi de tramvayın altında kalan ve ortak noktası konuşan ölüler olan insanları yazıyor. Şiirinin ölüm ve yaşam sarkacında bir o yana bir bu yana gittiğini görmek zor değil. Dünyanın en neşeli kederini yaşarken, en yakın arkadaşı Rüştü Onur’un ölüm haberi ile sarsılıyor ve sükunet içinde sıranın kendine geleceği günü bekliyor. Ve ölüm bir öksürük nöbetinde ona öncü birliklerini gönderiyor. Bu sırada İstanbul’da eğitimini sürdürürken, hastalığın vereme çevirmesi ile yeniden Zonguldak’a, anavatanına dönüyor ve yaşadığı travmayı şu dizelerle anlatıyor:
KAN
Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup duruken
Meseleyi o saat anladım
Anladım ama, iş işten geçmişola
Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzel hala.
Mesela gökyüzü,
Maviydi alabildiğine
İnsanlar dalıp gitmişti
Kendi alemine.
Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği ve Muzaffer Tayyip Uslu ile Rüştü Onur’un kadim dostluğunu anlattığı Kelebeğin Rüyası filmi ile tanındı bu iki şair. Tabiri caizse, okurun, izleyicinin ve toplumsal belleğin bir yerine yeniden kodlandı. Türk edebiyatının bir dönem en yetenekli genci olarak parmakla gösterilen şair için bu film örnek gösterilebilecek bir yaşatma şekli bence. Birçok yazar, müzisyen, yerel kahraman için benzeri projeler yapılabilse keşke.
Çok genç yaşta hayatını kaybetmesi nedeniyle, ustalık dönemi şiirinde kimbilir kendini nasıl bir noktaya taşıyacaktı Muzaffer Tayyip Uslu. Ne yazıktır ki bunu asla bilemeyeceğiz. 3 Temmuz 1946’da şiirinde konuşturduğu ölüler arasındaki yerini alıyor. Bir hiç uğruna, koca dünya savaşını devirmesine rağmen ince hastalığına mağlup oluyor. Önce şehirleri terk ediyor, çehresi çoktan değişmiş İstanbul’u, kara elmasın kalbi Zonguldak’ı... Ardından çok sevdiği yoksulluğunu... Yoksulluk da sevilir mi demeyin, kalemi kağıdı ve iki çift laf edecek dostluğu bulan bir adamın çok varlıklı sayıldığı savaş enkazı günlerde, Muzaffer Tayyip Uslu varlık içinde ölmüştür. Biz en azından bunu böyle düşünerek kendimizi müsterih tutalım.
Yeni yorum gönder