Ahmet Oktay, 50’li yılların şairleriyle (Ülkü Tamer, Kemal Özer, Ece Ayhan, Özdemir İnce, Hilmi Yavuz gibi) aynı dönemden. Henüz lisede öğrenciyken arkadaşlarıyla Mavi dergisini yayımlayarak sonradan Maviciler ya da Mavi Hareketi diye bilinecek olan süreci başlatır. Dergi, dönemin egemen eğilimlerine karşı duran ve hatta İkinci Yeni’nin de söyleyeceklerini yer yer içinde taşıyan bir tavırdadır. Sonradan kadroya Attilâ İlhan’ın da katılmasıyla dergi ve “hareket” popülerlik kazanır. Mavi’nin ilk sayısını 1952 yılında Bekir Çiftçi ve Teoman Civelek’le birlikte hazırlar Ahmet Oktay. Bu çekirdek kadroya Özdemir Nutku da katılır. Dergide Attilâ İlhan’ın yazması ise Ahmet Oktay’ın onun Sokaktaki Adam romanı hakkında “Kendi Kendisiyle Çelişen Yahut Sokaktaki Adam’a dair” başlıklı eleştirisiyle başlar. Attilâ İlhan o yıllarda oldukça popüler ve etkili bir isimdir. İlhan, Ahmet Oktay’ın yazısına karşı cevap yazar ve ardından da Mavi’de düzenli olarak yer alır. Ki İlhan’ın ‘kadro’ya katılmasıyla Mavi, canlılık kazanır ve adeta merkezileşir. Attilâ İlhan’ın “sosyal realizm” minvalindeki yazıları, dergiyi hazırlayanların düşünce dünyasını ifade etmese de, derginin edebiyat tarihi içinde yer almasında Ahmet Oktay’ın Türk şiirindeki yeri, kalıcılığı ve etkisi kadar rol oynamıştır. Bunu en iyi gören Ahmet Oktay olmalı ki daha liseli bir gençken dergide Attilâ İlhan’ın yazmasını romanını eleştirerek de olsa sağlamıştır. Mavi'de İlhan’la ortak paydaları evrensel sosyalist değerler ile Garip şiirine karşı tutumlarıdır.
Ahmet Oktay ilk şiirini ve yazısını bu yıllarda; ilk kitabını ise 1963’te yayımlar: Gölgeleri Kullanmak. O tarihten bugüne elliyi aşkın kitabı okurla buluşan Oktay, şiirin yanında -hatta şairliğini bile unutturacak kadar- resim, popüler kültür, kapitalist toplumda insanın iletişimsizliği, küreselleşme ve sanat üzerine inceleme, deneme, eleştiriler yazar. Yani çok yönlü düşünen ve üreten bir şairdir. Tüm bu çok yönlü üretimine karşın şiirde geri kalmadan, düşmeden devam etmiş ve hep bir sorunla hareket etmiştir. Bu sorunsalın peşinden yeni yollar açmış, içerikte ve biçimde arayış içinde olmuştur. Kitaplarından 13’ünün şiir kitabı olması belki bu üretkenliğinin olumsuz okunmayacak bir sonucudur.
Her şeyden önce şair olan Ahmet Oktay’ın ilk şiir kitaplarında toplumsal sorunlar daha bir baskınken, ilerleyen kitaplarında birey ve bireyin halleri onun yerini alır. Destansı bir söyleyiş, gerçekçiliği lirik bir üslupla anlatma, estetize edilmiş gerçeklik olgusu, düşünsel derinlik, kent içinde bireyin yalnızlığı şiirlerindeki izleklerdendir.
Ahmet Oktay, şiirdeki toplumsallığı, “Gerçekliği dönüştürerek yeniden üretmek” olarak anlar ve şiirinde de bu biçimde ortaya koyar. Büyük kalabalıkları şiirine özne yapmadan, bir tek insan üzerinden “toplumcu” -sosyalist gerçekçi demeliyim aslında- bir şiirin yazılabileceğini de göstermiştir bizlere. Tabii uzun yıllar toplumcu şiir adı altında ıskalanan, dışlanan lirizmi de yeni bir kanaldan şiirimize iade etmiş oluyor. Bakınız, son kitabının adı Lirikler’dir.
Ahmet Oktay’ın şiiri, bazı şairlerde olduğu gibi gençleri etrafında toplayarak, gençlerin öykünebileceği bir şiir değil; çünkü duran, kendine içine bakan bir şiir olmadığı için şifrelerini kolay ele vermiyor. Devingen, yeniliği arayan, yürüyen bir şiir. Bu noktada Ahmet Oktay tek tek şairler bağlamında değil, ama Türkçenin şiire sunduğu imkanlar noktasında “yol açıcı” bir şairdir. Çünkü sürekli yolda olduğunu, akışın ve devinimin sürdüğünü imleyen bir diyalektik üstüne inşa ediyor şiirini. Onun şiirine bütünlüklü bir şekilde bakıldığında söylenmesi gereken bir başka temel özellik de, bu şiirin süreç içerisinde entelektüel ilgilerle, okumalarla, zenginleşen bir boyutunun olmasıdır. Bu yönüyle şiirin, “anlamsızlık”, anlaşılmazlık gibi bir sorununun da olmadığını söylemek gerekir. Çünkü anlamı boşlayan ve dili deforme eden eğilimlere karşı çıkan bir şairdir Ahmet Oktay. Yine onun şiirindeki hayata ilişkin yaklaşımına kulak verirsek: “Şiirim hayata bağlı bir şiirdir. Bütün şiirimi, en soyut olduğum zamanlarda bile, gündelik hayattan çekip çıkardım. Şiirimde de dile getirdiğim insanlara bakın. İyi bakıldığı zaman bunların hepsinin marjinalde yaşayan, ezilmiş, hor görülmüş, tepelenmiş insanlar olduğu ortaya çıkar.” Burada kendisinin de dile getirdiği gibi ilk kitabından itibaren şiirinde ötekiler, sıra dışı insanlar, gündelik yaşamla ilişki kuran ve içinden hayat geçen her şey vardır. Bu noktada Oktay’ın bireysel tarihine ait acı ve sevinçleri, şiirlerinde öyle uzun boylu yer almaz; daha çok öteki’nin hakkını teslime yönelir, güncel bir tarih ve toplumsallığı terk etmeden. Burada şunu da ekleyeyim ki sürekli öteki’yi anlatan biri olmasına karşın onun şiirinde değişmeyen, söyleyişin çekirdeğini elinde tutan bir enerji vardır. Bu enerji, diyalektik bakıştır. İşte bu diyalektik tavır, Oktay şiirini problemlerin karşısına bir “çıkış” olarak yerleştirir. Hangi olaya, olguya, nesneye değinirse değinsin, her kavramın zıddıyla var olduğunu gösteren işaretler bırakır bize. Bize ekranlardan, edilgen kalabalıklar üzerinden “gösteren”i değil de gösterilen, dayatılan, verili olanın temel sebeplerine eğilmeyi başaran bir şiir yazar.
Siyasal, toplumsal meseleler birey üzerinden, “ben” üzerinden akar kağıda onda. Ahmet Oktay için söylenmesi gereken en önemli şey, Marksist kimliğinin her zaman yazı ve şiirlerinde yaklaşım, üslup, çağrışım, biçim, içerik, arka plan ve anlam boyutunda varolmasıdır. Çağına, yaşadığı koşullara sorumluluk içinde yaklaşmış bir şairdir. 50’li yıllardan itibaren Camus, Sartre, Gabriel Marcel, Beauvoir gibi yazarların ortaya koyduğu düşünsel öğretiyi benimsemiş bir varoluşsal ikliminden gelmektedir. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği ve güçsüzlüğünü ölümle, kırgınlıkla, çelişkiyle, bunaltıyla, isyanla ve ölümün hallerini arayan kentteki yalnız bireyle anlatmıştır.
“Modern insan, bir devlet hastanesinin doğum kliniğinde dünyaya gelir, oradan yuvaya, okula, sonra da fabrika ya da bir büroya askere sonra yeniden iş hayatına geçer. Modern insan artık kendi, hiçbir biçimde kendi olamaz. Kendi yaşamını değil de veril olan yaşamı sürdürür. Ki bu noktada ölümü bile kendinin değildir çoğu kez.” İşte bu varoluşçu yaklaşımların ışığında şekillenen dünya görüşüyle yazmıştır, "Dr. Kaligari"yi de Yol Üstündeki Semender’i de… Çünkü yabancılaşma, ölüm, kendi olamamak gibi temel sorunları vardır. Bu varoluşçu düşünsel yaklaşımı benimsememiş olsaydı Oktay; sanırım sosyalist gerçekçi şiir yazan pek çok şair gibi şiirde bireyin düşünsel, psikolojik hallerini önemsemezdi. Görüntü, iç ve dış sesi unutmayan lirik bir el gibi dünyanın üstünde dolaşan bir vicdanın kendisidir onun şiiri.
Bugün bir Ahmet Oktay şiirinden bahsedebiliyorsak, bunun içinde önemli bir ağırlığı da Ahmet Oktay’ın yapmadıkları oluşturur. Ne mi yapmadı? Kendini, ürettiklerinin önüne koymadı. Kendinden sonra gelenlere, “bahtınız bana benzesin, benim gibi yazın!” diyerek zar atmadı. Öfkesini, hırsını, egosunu, şiirinin üstüne koyarak söz almadı… Sanırım bu ve daha pek çok yapmadıkları da onu şiirleri, yazıları, eleştirileri kadar Ahmet Oktay yapan şeylerden biri.
Manşet görseli: Servet Kesmen
Yeni yorum gönder