Sohbete Seyhan Erözçelik’in bir şiiriyle başlayan küçük İskender, ‘Marjinal şair’ sıfatından yeni kuşak sanatçılara, şairlik ve şiir yazmaktan okuma kültürüne pek çok konu üzerinde durdu. Sohbet boyunca dinleyenler arasında bulunan diğer şair dostlarına, onu konuk eden eleştirmenlere takılan ve bazı yazarlara da göndermeler yapan şair, yakın zamanda kaybettiğimiz Seyhan Erözçelik’i sık sık andı.
Edebiyat, hastalığı hissetme biçimi
Küçük İskender, edebiyatımızın en ayrıksı örneklerinden biri olan metinlerinin bu kadar sert olmasının nedenlerinin sorulması üzerine, “Masum ve çocuksu bir yerden kaynaklanıyor tehlikeli ifade biçimleri. İnsanların çoğu zaman karşılaştığı ama çok etkilenmediği, aslında etkilenmesi gereken alanlar. Kötü hissediyorum. Bir seferinde Taksim’e doğru yürürken bir kedi ölüsü gördüm. Çevresine toplanan köpekler kediyi kokluyorlardı. Ama çok mutsuzlardı. “Düşman” diye algıladığımız ölmüş. Aslında oyun arkadaşları ölmüştü. Kedi ölürse, köpekler oyun arkadaşını kaybeder. Hayatın içine yayılmış bu cilveyi hissetmeye başlayınca hem mutsuz oldum hem kafam açıldı. Şairlerin romancılardan ayrıldığı en önemli nokta bu; kafalarının açılması. Level atlaması, -oyunu sevdiğim, oyun gibi düşündüğüm için kullanıyorum bu tabiri- riskini de artıracaktır aslında. Algı açıldıkça şiir de hayat da zorlaşıyor,” dedi.
Metinleri üzerinde tıp eğitiminin de oldukça etkisi olduğunu belirten İskender, doktorların bedeni algılama biçimiyle edebiyat arasında da ilişki kurdu: “Bedeni doktorlar gibi görmek de çok daha ağır. Hastalanmadıkça ne kadar farkına varıyoruz ki bedenimizin? Hastalandığınız zaman hissediyorsunuz bedeninizi. Edebiyat ve sanat da hastalığı hissetme biçimi değil mi aslında? İçinizde bir sıkıntı olması, farkında olmanız. Kendinizi yalaya yalaya tedavi etmeniz.”
Hiç kimseden Edip Cansever’den yediğim dayağı yemedim
Etkinlik boyunca bol bol anekdot aktaran şair, kendisinden önceki şairlerle ve şiir geleneğiyle kurduğu ilişkiyi anlatırken, Edip Cansever’le ilgili anılarını aktardı: “Gençliğimde Edip Cansever’in kitabını duvara çarptım, “böyle şiir mi olur” diye. Babam komünist olduğu için Cansever’i, Nazım Hikmet’i, Orhan Kemal’i okutuyordu. Benzememi değil, onlar gibi olmamı istiyordu; ikisi farklı şeyler. Bu yüzden İkinci Yeni şiirine de soğuktum. 17 yaşındayım, arkadaşlarımla Bodrum’a tatile gidiyoruz. O zamanlar otobüsler İzmir’in içinden geçiyor. Otobüs bir tren yolunun önünde beklerken gözümü açtım, bir köpek gördüm. Köpek uzaklara bakıyor. Onun baktığı yerlere bakmaya çalıştım, hiçbir şey yok, sadece dağlar. O zaman Cansever dizeleri aklıma geldi; “kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam.” Bodrum’a iner inmez bir Edip Cansever kitabı aldım. Ben onu anlayacak kapasitede değilmişim, kabahat bende, ben salağım çünkü. Şairleri anlamıyorsak bizimle ilgili bir sorundur o. Yetmedi Edip Cansever’in yaptığı. İstanbul’a dönünce tanışmak istedim. Tanışmayı ayarladım da. Ama ben tanışamadan öldü, üstelik doğum günümde. Üstelik cenazesi benim o sıra yaşadığım Teşvikiye’den kalktı. Hayatımda bu kadar dayak yediğimi hatırlamıyorum.”
“Şair için bir şaire benzeme konusu bir sıkıntı yaratmamalı. Genel olarak benziyoruz, anne babası var herkesin. Gözünüzü, kaşınızı onlardan alıyorsunuz,” diyen şair sevmediklerimizden öğrenmemiz gerektiğinin, yazmadan önce okumak gerektiğinin altını çizdi: “Okumak lazım. Yoksa yazamazsınız. Algı, okuduğunu anlamakla çok ilgili olan bir şey. Vasiyetname, kanun, sevgili mektup... Ne yazıldığını iyi okumak lazım. Yazmak hava civa. Yazmak eylemi hep var hayatta, okumak o kadar yok.”
Şimdiki gençler…
Şair, bu konuda yeni nesli de eleştirdi. “Yeni nesil iki şey istiyor hep: bir yerde şiiri çıkmış, bir de kısa film çekecekler. Ya biri ya ötekisi ya da ikisi birden. ‘Yazdığım için kitap almama gerek yok. İyi yazıyorum zaten. Diğerleri de zaten bir bok yazmıyor.’ diye düşünüyor,” diyen İskender, kendisinin Edip Cansever’i duvara çarparken yalnız olduğunu, yeni neslin ise bunu rahatça her yerde yapabildiğine değindi: “Evime gelen 18 yaşında bir genç, ‘Cemal Süreya kim ben daha iyi yazıyorum’ diyebiliyor. Ona ne söylediğimi söylemeyim ama sonra çıkmak zorunda kaldı desem yetecektir herhalde.” Medyanın gençlerdeki bu eğilimleri beslediğini söyleyen şair, “Şarkı, dans yarışmaları gibi yakında şiir yarışması da yapacaklar diye bekliyorum. Ben o günü görmek istemiyorum,” dedi.
Kendinin de içinde olduğu 80 kuşağında güçlü şairler olduğuna değinen İskender, “O kuşaktan şairlerin şiirlerini alın, imzasız biçimde karıştırıp masaya dizin. Her birini okuyunca kimin olduğunu az çok anlarsınız. 80’ler şahsına münhasır son kuşaktı. Gençlerin yazdığı şiirler ise birbirine benziyor. Tabii belki bu da iyi bir şeydir. Şairi sevmek bitiyor, şiiri sevmek önemli oluyordur. İmza, isim olduğunda sevmek popüler kültürle özdeşleşiyor. Belki onu da bu kuşak yenecek,” dedi.
Kendimizi tekrar ediyorsak, halk anlamamış demektir
Şair kendisiyle ilgili yapılan aynı şiiri yazdığı eleştirilerini de yanıtladı. “Bunu yapıyorsak halk anlamamış demektir, ben de anlatamamışımdır. “Seni seviyorum” dediğimde anlatamadıysam, yine söylerim. O yüzden dönüp dolaşıp aşk şiirleri, sol şiirler yazıyoruz. Çünkü halk da bunu kabul etmiyor, öğrenmiyor. Yaşadığımız ülkenin koşulları bunu gerektiriyor. Bazen yönetmenler için de söyleniyor, hep aynı filmleri diye. Dünya algılasa adam ya yeni bir şey çekecek ya da film çekmeyi bırakacak belki. İskender, yeni üslupların, şiir ve roman anlayışı getirebilmenin de bu yüzden önemli olduğunu vurguladı: “Farklı üsluplarla aynı şeyi söylüyorsam derdime derman bulamamışım demektir. Sıkıntı geçmemiş demektir.”
Edebiyattan söz etmeyi pek sevmediği gibi, şiirde stil diye bir şeyi de kabul etmediğini söyleyen şair, yazdıklarının bir kalıba girmesini sevmediğini belirtti: “Geçenlerde yeniden izlediğim bir filmde bir laf vardı: ‘Bir rüyanın nerede başladığını hatırlıyor musunuz?’ Tüm yazılarımın bir rüya gibi akmasını istiyorum. Romanda da böyle, şiirde de böyle. Romanın bir kurgusunun olmaması lazım, çünkü kurgu olursa sistem kurarım. Sistem kırarsam şablon üzerinden hareket etmek zorunda kalırım. Bana dayatılmış bir şeyi kabul etmek beni mutsuz ediyor.”
Roman uyduruk, şair kabilenin büyücüsü
küçük İskender, Flues romanının devamı üzerine çalıştığını söyledi: “Daha sert şeyler yazmak istiyorum. Kapitalizmin dayattığı teen slasher türünü esprili şekilde Türkiye’ye uyarlamak istiyorum. Türkiye’de çok okunan polisiye yazarlarla eğlenmek, parodisini çıkarmak istiyorum. Aynı zamanda kapitalizm eleştirisi olacak.”
“Elif diye bir roman da yazacağım,” diyerek Elif Şafak’a göndermede bulunan şair, roman ve şiir konusunda da ilginç şeyler söyledi: “Roman bana göre en uyduruk edebiyat alanlarında biri. Eylem yazılan bir değil, yapılan bir şey olması lazım. Koştuktan sonra koştum, terledim diye anlatmak garip geliyor. Ama şiir farklı. Şair, kabilenin büyücüsü. Ne yemek yapıyor ne ava gidiyor. Avdan dönen kabile üyesi onun yaptıklarını izliyor.”
Aslında edebiyatçı ya da sanatçının da uyduruk bir şey olduğunu söyleyen küçük İskender, “Edebiyat yalan söylemektir. Nazım “Güneşi zaptedeceğiz…” diyeli kaç sene oldu? Toplumcu-gerçekçi olmak da tehlikeli, çünkü o da yalan,” dedi. Küçük İskender, yine eğlenceli anekdotlar anlatarak, sık sık şairlerin “ruh hastası” olduğunu da vurguladı.
Marjinal görmek istiyorsanız, televizyonu açıp Müge Anlı’yı izleyin
Küçük İskender, esprili bir şekilde kendine yakıştırılan “marjinal şair” sıfatına da değindi: “Hiç de marjinal değilim. Gayet sıradan bir hayatım var. Marjinal görmek istiyorsanız, televizyonu açıp Müge Anlı’yı izleyin. 26 senedir teyzesinin kızına tecavüz eden adam var orada. Nerelere gitmişler! Halk marjinal olmuş, biz sıradan olduğumuz için ‘marjinal’ kalıyoruz. Ben bir şey yapmıyorum, aynalık yapıyorum sadece.”
İskender ayrıca, marjinallik konusunda edebiyat tarihinden de örnek verdi: “Ben bugün nasıl marjinal sayılabilirim, Enderunlu Fazıl varken. Sevgili Enis Batur tanıştırdı, Sevgili Sel de bastı. Divan şiirinde var, Osmanlı zamanında neler yapmışlar. Ben sadece şiire yakışmadığı düşünülen kelimeleri koyuyorum, benim marjinalliğim nedir?”
Cismim yaşlansa da ismim yaşlanmayacak
Metinlerinde dayatılmışı reddettiğini, ama edebiyata ilişkin “doğrusu budur” diye bir dayatması da olmadığını vurgulayan yazar, “Gereksiz sorumluluklar alıyoruz: ‘En iyi anne benim, en iyi gazete benim, en iyi iş adamı benim’ gibi. Öyle değil. Sen bir annesin, sen bir iş adamısın, sen bir gazetesin, ben de bir şairim. Ama iyi yazdığımı düşünüyorum. Şiirimi değerlendirirken ‘İskender’in hayat algılayışı bu’ diye düşünmenizi istiyorum. Kendi düşüncemi en iyi şekilde ifade etmeye çalışıyorum,” dedi.
Oyun oynamayı çok sevdiğini, halen oyun oynayarak sabahlayabildiğini ve metinlerine de oyunla ilişkisinin yansıdığını anlatan şair, isminin “küçük İskender” olarak anılmasından duyduğu memnuniyeti de dile getirdi: “Çocuk kalsaydım bıraksalardı da. En azından ismim yaşlanmayacak iyi ki, cismim yaşlansa da.”
Yeni yorum gönder