Nazım Hikmet'in 1940 yılından 1950 yılına kadar kaldığı Bursa hapishanesinden Kemal Tahir'e yazdığı mektupları okuyunca onun ne kadar değerli bir sanatçı olduğu çok iyi anlaşılıyor. Mektuplarının her satırı buram buram insan sevgisi, yurt sevgisi kokuyor. Hemen hiçbir mektubunda karamsarlık, ümitsizlik yok. Her konuda iyimser. Kemal Tahir ve diğer yazarların eserleri hakkında yaptığı eleştiriler yaratıcı yazarlık dersleri niteliğinde. Ayrıca bu mektuplardan Nazım Hikmet'in edebiyatın, hatta sanatın her dalında ne kadar bilgili olduğu anlaşılıyor. Ama o bununla hiç övünmediği gibi, tabii bilimler konusunda kendi cahilliğinden şikayet ediyor ve bu konu da kendini geliştirmek için kitaplar getirtiyor ve çalışmaya başlıyor. Her fırsatta Kemal Tahir'i de çalışmaya ve yazmaya teşvik ediyor, bunun Türk insanı, dünya insanlığı için bir görev olduğunu belirtiyor. İnsanlığa bunu borçlu olduklarını yazıyor. Kemal Tahir'i mektuplarla eğitirken, koğuş arkadaşı olan Orhan Kemal'i de yanında yetiştiriyor, onun Fransızca öğrenmesine yardımcı oluyor.
Kendisi ve ailesi parasızlıktan kıvranırken, o yine de Kemal Tahir'e sık sık para gönderiyor. Hatta bir kış karısı Piraye ısınmak için odun veya kömür alamamışken, başka bir hapisanede yatmakta olan çok yoksul ve hasta bir arkadaşına para gönderiyor. Hiç tanımadığı kendisinden mektupla para isteyen birine de bir miktar para gönderiyor, bu tanımadığı kişinin onun gönderdiği paranın miktarını beğenmeyip yazdığı zehir zemberek mektuba cevap dahi vermeği gerekli görmüyor. Kendi geçimini sağlamak için dokuma tezgahlarında çalışıyor. Edebileceği herkese elinden geldiğince yardım ediyor.
Bu kadar yardımsever, yüreği insan sevgisi ile dolu bir sanatçının ömrünün en verimli olabileceği döneminde on yılının hapiste geçmesine, her vicdanlı insanın yüreğini sızlatır. Mektupları okurken içiniz parçalanıyor, onun on yılını içerde geçirmesine isyan ediyorsunuz. Bu büyük sanatçının özgürlüğünden mahrum olarak geçen günlerinde iyimserliğinden, insan sevgisinden, memleket sevgisinden hiçbir şey kaybetmemesi, sağlığını kaybetmesine, hakkında yalan yanlış şeyler yazılmasına rağmen asla ümitsizliğe düşmemesi, çalışmaya ve eserler vermeye devam etmesi, hatta hapiste okumaya çalışmaya daha çok zaman ayırabildiğini, dışarıda olsa gündelik işlerle zaman kaybedip bu kadar çalışamayacağını düşünerek kendini ve Kemal Tahir'i teselli etmesi büyük bir hayranlıkla okunuyor. Nazım Hikmet deyince tüm dünyanın saygı göstermesinde onun bu sarsılmaz karakterinin ne kadar büyük payı olduğu bu mektuplar okununca çok daha iyi anlaşılıyor.
Bu büyük sanatçının yazdığı mektuplar herkes tarafından okunmalı ve aradan yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hala hapiste gazetecilerimiz, yazarlarımız, bilim adamlarımız olması bizi utandırmalı.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder