Düşünce tarihi denildiğinde tarih kelimesi ağır basıp, yeni bir şey sunabilecek olmadığını düşündürdüğünden midir nedir, özellikle kitap formatında fazla ilgi gören bir konu olduğunu söylemek kolay değil. Bu durumu Orhan Pamuk'un Yeni Hayat'ta "Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti." ifadesiyle aktardığı karakterin günümüz okurunda etkisinin güçlü olduğu da dikkate alınırsa doğal karşılamak lazım. Ancak bu küçük ilgi engeli aşıldığında, hayatınızı değiştirecek olmasa da size pek çok değerlendirmeniz hakkında sorular sordurup yeni bir bakış açısı kazandırabilecek nitelikte bir içeriğin bu kitapta yer aldığını söyleyebilirim.
15. ve 16.yy Avrupa düşünce dünyası üzerine odaklanılan kitapta, ortaçağ ve sonrasında rönesans dönemi Avrupa'sının entelektüel dünyası tasvir edilirken, antik dönem Yunan, Mısır, Babil ve Roma gibi uygarlıkların ürettiği eserlere derinlemesine değinilip; bu yolla antikçağ medeniyetlerinden reform dönemi Avrupa'sına kadar olan zaman dilimi bir bütünlük içerisinde sunuluyor.
Eski bilgi dünyası, gelenekler, tabular ve bunları sona erdiren olaylar belki yalnızca tarihin konusu olabilecekken, yazar bunların her birinin içeriğini verişindeki derinlikle, kitaba tarihi olmanın yanında felsefi bir boyut da ekliyor. Kitabın yeniliğinin de burada yattığını söyleyebilirim. Eski metinlerin otoritesini kıran öncülerden Galileo, Kolomb, Vespucci, Montaigne, Descartes, Bacon ve daha nicesinin eylemlerinde nasıl da otoritesini çürüttükleri eski metinleri pek çok yönden model olarak aldıklarını örnek gösteriyor.
Bu şekilde bakınca görünebilen bir şey daha var, ki o da ne kadar geçersiz olurlarsa olsunlar tarihteki bütün düşünce sistemlerinden alınacak dersler olduğu. Bu hatırlatma, kitapta eski metinler içerdiklerinin, bakış açılarının bütün zenginlikleriyle açıklanmasıyla daha da anlamlı hale gelmiş "Hala alınacak dersler var" sözü kulağa belki klişe geliyor olabilir, ancak burada da kitabın tarihi yönünün devreye girmesiyle eski metinlerin bir model olduğu ilerleme çabaları örneklenmiş ve sonunda da bütün bu eskiyi inceleme, anlamlandırma çabalarıyla görülmeye çalışılan şey, yazar tarafından şu şekilde dile getirilmiş:
"Klasik metinler ve kavramlar Batı için, her şeyden çok birer araçtırlar. Diğer araçlar gibi, farklı -ve bazen de çelişen- görevler yüklenirler. Bazıları ilkeldir, bazıları gelişmiş, bazıları basit ve sağlam, bazıları karmaşık ve kırılgandır. Bazılarının, antik oldukları kadar yerleri de doldurulmazdır; kimileri ise mucitlerinin dahi aklına gelmeyecek işlevler yüklenirler. 15. ve 16. yüzyıllarda törpülenmiş, pürüzlerinden arınmış, yeni yöntemlerle düzenlenmişlerdir ve bu arada bazılarının yerini daha yeni ve daha güçlü araçlar almıştır. Yine de çoğu, ışıklar saçan cazibesini korumuştur ve bazıları da halen korumaktalar."
Kitabın Türkçe'ye çevirisi Füsun Savcı tarafından oldukça başarılı bir şekilde yapılmış, göze çarpan bir çeviri hatası bulunmadığını söyleyebilirim. Hazır dil konusuna gelmişken yazarın ifade gücünü ve düşüncelerini açıklarken kullandığı metaforlardaki kaliteyi de belirtmek gerek. Bunun yanında kitapta birçok görsel de kullanılmış. Bunlar çoğunlukla ismi geçilen tarihi kitaplardan görseller olmakla birlikte, kimi zaman da dönem ressamlarının eserleri kendilerine yer bulmuş. Dönemin özelliği olan ikonografik zenginlik bu materyallere de ayrı bir zenginlik katmış.
Kafka'nın dediği gibi soru sormak için okuyorsak şayet, "Yeni Dünyalar, Eski Metinler" çağımızın verdiği, sorgulamadan kabul ettiğimiz pek çok düşünce hakkında soru sordurma potansiyeline sahip bir eser. Aynı zamanda antikçağ eserlerini yorumlayabilme, reform döneminde temeli atılmış ve bugün de bilim, teknik, sanat alanlarında, üniversite gibi kimi kurumlarda temel alınmış düşünceler ve bu düşüncelerin nedenleri, çıkış kaynakları hakkında da bilgilendirici. Kesinlikle zamanınıza ve paranıza değecektir.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder