Romana başlamadan önce "ölü canlar"ın köleler olduğunu biliyordum ve romanın da kölelik düzeninin eleştirisi olduğunu düşünüyordum. Ne büyük yanılgı! Bu kanı bende nerde oluştu bilmiyorum. Daha sonra araştırdığımda çoğu yerde romanın bu şekilde tanıtıldığını gördüm. Bu yanlış kanının edebiyatı konu, anafikir, kişiler, özet gibi dar kalıplara ve şablonlara sığdırmaya çalışan ders verme meraklısı zihniyetin sonucu bir bilgi ve sezgi kirliliği olduğunu gördüm daha sonra. Çünkü kitabı okumaya başladığımda gördüm ki kölelik romanda sadece bir arka plan. Kölelik düzenine öyle dar zihniyetin dayattığı gibi "ağır eleştiriler" yok.
Roman kahramanı Çiçikov orta sınıfa dahil bir devlet memuru. Kendi deyimiyle dürüstlüğü ve iyi niyeti yüzünden başına türlü işler gelmiş, üç kez herşeyini kaybedip sıfırdan başlamış bir sabır abidesi. Fiziksel özellikleri de dikkat çekici. Rönesans dönemi tablolarındaki melek tasvirlerini andırıyor; tombul pembe yanaklı, nerdeyse bir bebek cildine sahip. Burda müthiş bir kinaye var aslında. Neden mi? Kendi gibi orta halli yaylısı ve iki hizmetkarıyla Rusya'yı dolaşıp son sayımdan sonra ölen ama kağıt üzerinde yaşıyor görünen ölü köleleri çoğu kez yok pahasına satın alan biri çünkü. Amacı bu köleleri daha sonra hazineye rehin verip devletten para koparmak. Çalışkan ve sabırlı ama kendinden bahsederken kullandığı kelimeyle dürüst asla değil. Yani aslında bir melekten çok bir şeytan.
Gogol'un asıl sorunsalı ve romanın kemiği burada ortaya çıkıyor. Sorun kölelik ya da başka bir şey değil: Sorun kişilerin yozlaşmışlığı. Daha çok da orta ve üst tabakaya dahil devlet görevlilerinin bencillik, iltimas, rüşvet, para hırsı çevresinde şekillenen yozlaşmışlıkları. Peki alt tabakadaki çiftçiler, uşaklar, köleler çok mu dürüstler? Tabi ki hayır. Onlar da çalıyor çoğu zaman, benciller. Gogol de görüyor bunları ama hoş görür bir tavrı var. Peki neden? Çünkü Gogol'ün asıl sorunu "bilinçli kötülük". Bu nedenle "Ölü Canlar" toplumsal olmaktan çok bireysel bir roman. Daha doğrusu bireyden topluma ulaşmayı hedefleyen bir roman.
Bunu yaparken de bol bol alegorilere, kinayelere başvuruyor Gogol. Ciçikov'un bir melek gibi tasvir edilmesi mesela. Ya da Çiçikov'un ölü canları satın alırken sadece kağıt kalem kullanması, sadece kağıt üzerinde işlem yapması. Eli kalem tutan orta sınıfın yaptığı kötülükleri bilinçli yapmasının, bunu yaparken eğitimini kullanmasının örneklemesi.
Roman yarım kalmış bir roman. Gogol yakmış ikinci cildini. Çiçikov cehennemi görüyor, ama cennete ve kurtuluşa eremiyor yani. Bir tesadüf olsa dahi bu bile çok anlamlı bence. Gene de bütünlüklü bir kitap. Zevkle okunabilir.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder