Foer, Amerikan edebiyatının yeni yıldızı. Ama bu ilgiyi ve övgüyü gerçekten hak ediyor. Yüksek bir hayalgücüyle ve acılı dolu bir mizahla yazıyor. Bu kadar deneysel yazıp, bu kadar çok okunması da, Amerika'daki okur profilinin bizdekinden çok farklı olduğunu ortaya koyuyor. (Niceliksel bir karşılaştırma için küçük bir not: Ülkemizdeki kütüphanelerde okunmayı bekleyen(!) 13.6 milyon kitap bulunmaktadır. Sadece Harvard Üniversitesinde ise okunan(!) 15 milyonun üzerinde kitap vardır.)
Jonathan Safran Foer bu romanı yazdığında sadece yirmi beş yaşındaymış. (Yayınlanış tarihi 2002, Türk okurları olarak ancak okuyabiliyoruz!) Ama romanın içinde kayboldukça, hikayenin güzelliğinin sadece Foer'in yüksek hayalgücünden gelmediğini anlıyorsunuz. Dünya edebiyatının tüm büyük yazarlarından izler taşıyor "Her Şey Aydınlandı" Roth'dan Joyce'a, Morrison'dan Oates'e, Updike'den Marquez'e... Unutmadan ekleyelim Foer, tam bir Salinger hayranı. (Hiç belli olmuyordu!)
Yani "Her Şey Aydınlandı" çoğu kişinin düşündüğü gibi, bir seyahate çıktım ve sonra oturdum onun romanını yazdım kitabı değil. Bu romantik görüş çok cesaret verici olsa da kitabı okuduğunuzda işin hiç de öyle olmadığını hemen anlıyorsunuz.
Gelelim romanın konusuna. Foer, kendi romanının kahramanlarından... Elinde solmuş bir fotoğrafla ve kafasında binbir soruyla, dedesini Nazilerin elinden kurtaran kadını bulmak için Amerika'dan Ukrayna'ya giden genç bir yazar adayının, orada Ukraynalı rehberi ve onun dedesi ve onların azgın köpekleriyle yaşadıkları anlatılıyor. Yer yer kahkahalara boğuluyorsunuz, yer yer acı kılçık gibi boğazınıza saplanıyor. Foer'in başarısı bunu hassas bir dengeyle yapması. Okurken insanın aklına "Yüzyıllık Yalnızlık" romanı gelmiyor değil. Gerçi bu roman Foer'in favori romanlarındanmış.
Ama bence Foer esas teşekkürü Philip Roth'a ve onun arkasından gelen yahudi yazarlara borçlu. Bir insan için en zoru içinden çıktığı cemaati eleştirebilmektir. Hem vicdanen, hem daha "maddi" nedenlerle bu iş gerçekten zordur. Ama yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yahudi yazarlar veya musevi teolojiyi ele alan yazarlar, bunu o kadar güzel ve cesur bir şekilde yaptılar ki, bir anlamda kendi edebiyatlarına yepyeni kanallar açmış oldular. İşin ilginç ve dikkate değer tarafı ise Yahudi aristokrasisinin bunu büyük bir olgunlukla karşılaması. (Bkz. Roth'un dünya edebiyatındaki yeri.)
"Her Şey Aydınlandı" en genel tanımlamayla tarihte Pogrom adı verilen katliamları anlatıyor. Ve bunu yaparken tüm insanlığın o koca vicdanına sesleniyor. İronik bir şekilde her şeyi hatırlayarak unutmamızı istiyor. Tüm o katledilen insanların yapılanları unutmak için buldukları yöntem bu çünkü. İyiyi ve güzeli hatırlayarak, kötülüğü unutmak.
"Hafıza dehşetin yerini aldı... Doğum, çocukluk ve ergenlik hatıraları, patlayan bombaların yankısından daha güçlüydü. Güldüler ve şakalaştılar. Doğum günü mumlarının düşündüler ve ölümü beklediler."
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder