Başka Zaman Kütüphaneleri, bilimkurgu edebiyatı üstüne uzmanlaşmış bir akademisyenin, düşlere bulanmış öykülerini okumak için edinilmesi gereken bir kitap. Ayrıca tüm öykülerin odak ve ortak notası aynı: kütüphane ve kitap.
Yazar Zoran Zivkovic, 1948 yılında Yugoslavya'nın (bugün Sırbistan) başkenti Belgrad'da doğdu. Belgrad Üniversitesi Filoloji Fakültesi'nde edebiyat kuramlı genel edebiyat bölümünden mezun oldu. Aynı okulda yaptığı yüksek lisans ve doktorasının konuları bilimkurgu edebiyatı üzerineydi. Birçok edebi eseri bulunan yazar, aynı zamanda televizyon için senaryo ve öykü yazdı. Meşhur Bilimkurgu Ansiklopedisi'ne de katkıda bulunan yazar 2003 yılında Başka Zaman Kütüphaneleri adlı eseriyle Dünya Fantezi Ödülü'ne layık görüldü. Birçok alt kategoriye sahip ödülün, novella (romanın küçüğü , öykünün büyüğü eserler şeklinde tanımlanabilir) dalında birinci gelen yazarın bu yapıtı, postmodern fantezinin en iyi örnekleri arasında gösteriliyor.
Kitap altı öykü içeriyor. İlk öykü olan Sanal Kütüphane, bir spam mailinin yönlendirmesiyle esrarlı bir e-mail yazışmasına giren yazarın, ekran başındaki tedirginliğini ve şaşkınlığını anlatıyor. İkinci öykü Ev Kütüphanesi, yalnız yaşayan, takıntılı ve asosyal bir adamın, posta kutusunu her açıp kapadığında birer birer karşısına çıkan Dünya Edebiyatı ciltlerini evine taşımasını ve diğer sahip olduklarından vazgeçiş öyküsünü içeriyor. Üçüncü öykü olan Gece Kütüphanesi, her hafta sonunu mutlaka okuyarak değerlendiren bir kitap kurdunun, Cuma akşamı bir kütüphanede kapalı kalmasını ve oradaki esrarengiz kütüphaneciyle yaşadıklarını anlatıyor. Dördüncü öykü Cehennem Kütüphanesi, kitap okuma eylemine çok farklı bir açıdan yaklaşıyor. Ödül ve ceza kavramlarını ters yüz ediyor. Beşinci öykü En Küçük Kütüphane ise yazma verimini yitiren bir yazarın, rutin sahaf gezilerinden birinde daha önce hiç rastlamadığı bir kör sahaf tarafından kendisine verilen kitabın anlaşılamaz esrarını çözmeye çalışmasını anlatıyor. Son öykü olan Soylu Kütüphane ise, kitapların kapaklarına fazlasıyla önem veren ve kütüphanesine karton kapaklı kitap sokmayan bir adamın, kütüphanesinden def edemediği esrarengiz karton kapaklı bir kitapla olan kavgasını anlatıyor.
Kitabın hiçbir öyküsünde hiçbir isim geçmiyor. Sadece karakterlerin hal, tavır ve düşüncelerine yer veriliyor. Herhangi bir yer adına rastlayamıyoruz. Öykülerin geçtiği yerler herkesin bulunabileceği ortak mekanlar olarak tasvir ediliyor. Hatta hiçbir öyküde bir zaman dilimi de belirtilmiyor. Olay örgüsü içinde öyküdeki kişilerin kullandıkları araç gereç ve bulundukları mekanlar sayesinde, zamana okuyucu karar veriyor. Böylece zamandan ve mekandan bağımsız olan öykülerdeki bu boşlukları okuyucu kendisi doldurabiliyor. Bu da okuyucunun bu düşsel öykülerin içine kendini koyabilmesini sağlıyor. Öykülerde, yalnızca öykünün ana karakteri olan hayali kütüphanelerin ve öykülerin adı geçiyor. Bu sayede tüm ilgi, öyküler boyunca bu kitapların ya da kütüphanelerin üstünde kalıyor.
Altı öykü de çok yalın ve akıcı bir dille yazılmış olduğundanÿ; okurken hiçbir zorluk çekilmiyor. Anlatım ve tür olarak Borges'in öykülerini andırıyorlar. Buna karşın Borges'in öykülerindeki sayısız referanstan, dipnottan ve ağır betimlemelerden hiçbir iz taşımıyorlar. Ama yazar tıpkı Borges gibi hayali kitaplar ve kütüphaneler üstüne yazdığından; okurken o tadı almamak elde olmuyor.
Yolculukta, gece uyumadan önce yatağınızda, sakin bir Pazar günü çayınızı içerken, ya da gürültülü bir parkta birini beklerken tıpkı kitabın kendi gibi zaman - mekan dinlemeden, her yerde ve her zaman zevkle okunabilecek bir kitap için Başka Zaman Kütüphaneleri çok iyi bir tercih.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder