"Amerika dev bir hologram; şu anlamda ki, öğelerin her biri bütün ile ilgili tam bilgi içeriyor." (Jean Baudrillard-Amerika)
Amerika’ya değişik açılardan bakan düşünürleri araştırdığımızda karşımıza Baudrillard çıkıyor. Amerika’yı alışıldık değerlendirme kalıplarıyla ve yaygın sosyoloji terminolojisiyle değil, sıra dışı Avrupalı bir turistin gözleriyle gezdikten sonra tamamen kendine özgü bir yaklaşımla ele almış ve yazmış. Zaman zaman Avrupa Kültürüyle Amerika’nın inceden bir hesaplaşmasına (veya karşılaştırmalı olarak incelenmesine) dönüşen eser, edebi tatlar alınarak okunabilecek, hatta kimi bölümlerinde şiirselliğe yaklaşan zevkli bir çalışma.
Baudrillard’ın Hiper-gerçeklik deneyimi ışığında gözlemlediği Amerika’ya bakmak oldukça ilginç olacaktır. Fast Food’uyla, Kolasıyla, kültürel ve görsel alanı ele geçiren Hollywood sinemasıyla, dünyanın dört bir yanındaki siyasal süreçlere doğrudan ya da dolaylı bir şekilde müdahil olan “imparator” tutumuyla hepimizin hayatına bir şekilde sızan Amerika’yı bizzat içinden anlamaya çalışmalıyız.
Baudrillard, Amerika’yı anlamak için müzelerine, Üniversitelerine, kültür kurumlarına ya da hükümet binalarına gitmemiş; otoyollarında, motellerinde, jeolojik yapısında yapmış gözlemlerini. New York sokaklarında tek başına yemek diyen, kendi kendine gülen, sağlıklı kalma takıntısıyla ortaçağ işkence aletlerine benzeyen aletlerle spor yapan insanlarını gözlemlemiş.
Yıldızsal Amerika dediği şeyi incelemiş Baudrillard. “Ben yıldızsal Amerika’yı araştırdım, hiçbir zaman sosyal ve kültürel Amerika’yı değil; otoyollarında saçma ve salt özgürlüğü sergileyen Amerika’yı araştırdım; töreleriyle, zihniyetleriyle derin Amerika’yı değil, çöldeki hızıyla, motelleriyle, madensel yüzeyleriyle Amerika’yı araştırdım. Bunun için senaryonun hızını, televizyonun kaygısız refleksini, boş bir mekânda çekilmiş günlerin ve gecelerin filmini, göstergelerin, imgelerin, yüzeylerin ve yollardaki belirli, alışılmış davranışların şaşılacak derecede duygusuzca art arda gelişlerini, Avrupalı kulübelerine kadar gerçekte bizim olan nükleer ve çekirdeği çıkartılmış dünyaya en yakın şeyi araştırdım.”
New York sokaklarında dolaşırken Baudrillard’ın gördükleri bir çeşit kıyamet provası gibidir. “Her şey taklit olarak yeniden ortaya çıkıyor. Görünümler fotoğraf, kadınlar seks senaryosu, düşünceler yazı, terör moda ve medya, olaylar televizyon olarak. Her şey sanki bu tuhaf amaç için varmış gibi görünüyor. İnsan kendi kendine acaba dünyanın kendisinin de başka bir dünyada yapılabilen reklâmı dolayısıyla mı var olduğunu sorabilir.”
Irkların, kültürlerin, cinsiyetlerin tuhaf bir sentezi olan Amerika ışıltılı ve olağanüstü hızlıdır. Baştan çıkarıcı gücünü de önemli ölçüde buradan almaktadır. Amerika kültürünün böylesine uçucu, geleneklerin sınırlayıcılığıyla karşılaştırıldığında “özgürleştirici” ve ele geçirici doğası Amerikalıların düşünce yeteneğinin zayıf olmasıyla da açıklanabilir. Amerika’nın tarihsel bir mirasa sahip olmaması, bir nevi köksüzlüğü bizimki gibi geleneklerin ve tarihin ağır yüküyle hantallaşan bir toplumsal kültürel iklimde yaşayan geleneksel toplumlara karşı çözücü, dağıtıcı bir güç kazandırıyor Amerika’ya. Baudrillard bunu şöyle özetliyor: “Amerika, modernliğin özgün versiyonudur; bizler dublajı yapılmış, altyazısı yazılmış versiyonuz. Amerika köken sorununu boş veriyor, kökenler ya da efsanelere özgü otantik olmayla uğraşmıyor; ne geçmişi ne de kurucu bir geleceği var. Zamanla ilgili bir ilk birikimi olmadığı için sürekli bir güncellik içinde yaşıyor.”
Şehmus Ay
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder