Kitabın ilk sayfasını çevirdiğimde hayal kırıklığına uğradım, çünkü kitabın bir roman olduğunu düşünerek almıştım ama kitap bir otobiyografiydi. Sayfaları çevirdikçe başlangıçtaki hayal kırıklığım keyifli bir okumaya dönüştü. Tamamen içten duygularla yazılmış bu eseri okurken Japon Halkının gelenekleri, yaşam tarzları hakkında bilgi sahibi olunabilmesinin yanında sinama sanatı hakkında da bir çok şey öğreniliyor. Sinemada herhangi bir filmi izleriz, kendi basit ölçütlerimize göre değerlendiririz. Film bittikten sonra filmde emeği geçenlerin yazdığı bölüm esnasında ışıklar yanar ve hemen hiç kimse o isimleri okumaz. Büyük çoğunluk en fazla aktör ve aktrisleri tanır, biraz daha az insan filmin yönetmenini tanır, senaristleri tanıyanlar daha da azdır. Diğerlerini bilenler sadece uzmanlardır. Oysa filmin sinema salonuna gelmesi için geçen sürede o kadar çok insan o kadar büyük emekler harcarlarmış ki bu kitabı okumadan sinema dünyasının içinde olmayan bir insanın bunu anlaması çok zor, hatta okuduktan sonra ancak tahmin edebiliyorsunuz. Bu kitabı okuyun, bu kitabı okuduktan sonra seyrettiğiniz filmleri asla eskisi gibi değerlendirmeyeceksiniz.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder