Yazarın bu yapıtında okumaya başlar başlamaz "İmparator" adlı romanından farklı bir söylem geliştirdiği fark ediliyor. İmparator'daki o paraya tapan-çok iyi yansıttığı- atmosferden tamamen uzak, doğaya inmiş, ince ince betimlemeler, dağ hayatı, göçebe hayatı üzerine güzellemelerle okuyucuyu farklı bir yönden sarmalamış. Her iki romanın ortak özelliği ise; yazarın dışarıda kalıp, eleştirmek istediğini sadece olayları anlatarak okuyucuya ulaştırma yolunu benimsemesi ve bunda başarılı olması.
"Toprak Acıkınca" Garip Hasan ile Satı'nın büyük aşkının evliliğe dönüşmesi ile yola koyuluyor. Bir dağ köyünde yaşanan bu sevda destansı bir ile anlatılıyor. Tarihte yerini alacak bir sevda anlatıldığı duygusu veriliyor. Üslup akıcı, biçem içerikle uyumlu olaylara göre şekil alıyor. Köylü şivesi sadece konuşmalarda abartmadan kullanılıyor ki bu da kanımca tutulması gereken yol. Erol Toy'un kullandığı dil de anlattığı öyküyle uyumlu olmakla birlikte alabildiğine Türkçe.
Köydeki büyük bir sevda ile başlayan roman, dönemin hayat şartları, köylülerin yaşam felsefesi, geçim sıkıntıları üzerinde ilerliyor. Topal Ali'nin şehre inmesiyle, Yunanlıların İzmir'i işgali aynı zamana denk geliyor. Civardaki ilçelerde, kasabalarda ileri gelenlerin, sözü geçenlerin, Amerikan ya da İngiliz mandasına geçmek isteyenlerin, Rumların, Patrikhanenin gönderdiği papazların, şeyhlerin, hocaların tartışmaları, çekişmeleri, birbirlerinden haber sızdırmaları anlatılarak roman özelden genele doğru işlemeye başlıyor.
Alaşehir civarında kurtuluş savaşı öncesi, çetelerin Yunanlılara karşı koyma girişimleri akıcı, okşayıcı bir üslup ile ayrıntılı olarak anlatılıyor. Burada olayların merkezine Topal Ali oturtularak onun üzerinden gelişmeler veriliyor. Mustafa Kemal'in kurduğu düzenli orduya katılma zamanı geldiğinde ayrıntılar sona eriyor. Yazar kahramanlarının akıbetini açıklıyor, savaşın kalan kısmına şöyle bir değiniliyor ve tekrar köye dönülüyor. Burada savaşı kazanma coşkusu ve o sıralarda yaşanılanlar anlatılmıyor. Tekrar gündelik köy yaşamına dönülüyor. Yazar bunu "Savaşan savaştı. Ya gazi oldu ya da şehit ama köyde hayat devam ediyor, savaş öncesi olduğu gibi." mesajını vermek amacıyla kasten yapmış olabilir. Daha sonra köyde Yetim Hasan'ın yaşamı ele alınmaya başlanıyor ve bu da zaman zaman ayrıntılı ama çoğunlukla özet olarak anlatılıyor.
Yapıtı baştan sona ele aldığımızda üç ayrı olay üzerine kurulduğunu görüyoruz. Birincisi Satı ile Garip Hasan'ın aşkı, ikincisi Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcı, üçüncüsü de Yetim Hasan'ın hayatı. Birinci den ikinciye geçiş hissettirmeden ve kısmen bazı olaylar iç içe alınarak yapıldığından çok fazla göze batmıyor. Ancak Yetim Hasan'ın yaşam öyküsüne geçilince okuyucu eski olaylarla boşuna bağlantı arıyor. Maalesef yazar akıcı üslubu, olayları çok yönlü anlatma becerisine rağmen, ikinci bölüm sonuna kadar başarıyla götürdüğü kurgu içerik uyumunu son bölümü ekleyerek ortadan kaldırmış. Romanın okuyucu da yıllarca unutulmayacak bir tat bırakmasını engellemiş. Yetim Hasan'ı hiç anlatmasaydı ya da onun hayatı çerçevesinde cumhuriyetin ilk yıllarını daha yoğun verebilseydi romanın bütünlüğünü koruyabilirdi. Dil, üslup ve içerikten pekiyi alan Erol Toy bu romanında kurguda başarısız olmuş. Aynı olaylar Yetim Hasan'ın hayatı merkez alınarak sondan başa doğru farklı bir kurguyla ele alınsaydı romanın bütünlüğü korunduğu gibi, klasikler arasında yerini alacak muhteşem bir yapıt olabilirdi.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder