"Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır" diyor Bay C. Haklı. Kendisi de gerçek sevgiyi yaşayacağı, beraber düşüneceği, duyabileceği birini aramaya tutunuyor. İhtimalleri biliyor. Zaten Bayan B. ile karşılaşsa öykünün orada biteceğini söylüyor. Hep arıyor. Bize bu karşılaşamamanın umutsuz karamsarlığını yaşatıyor. Hayatlarımızdaki ihtimal hesaplarına giriyor. Tutamaklarımızı sarsıyor. Gitmediğimiz yolların, geçmediğimiz kavşakların olası öykülerini düşünmemizi istiyor. Akıllıca.
"Çağımızın kısa ömürlü yaratığı" nı iyi tanıyor. "En az umutlanmaları gereken zamanlarda en çok umarlar" dan , "eli paketlilerden", "dalgın oldu mu gerçek kimliğiyle davrananlardan" olmak istemiyor. Bilhassa öptüğü kadının aklının açık perde de değil de kendisinde olmasına önem veriyor. "Karıncalar bilmeden severler" kadar gerçekçi.
Bay C.'ye göre insan ayrıntılarla yaşar, çünkü büyük dönüşümler aslında küçük değişikliklerin toplamıdır. Kelebek etkisi. Ayrıntıları takıntıya dönüşmeden önceki son raddeye kadar takip ederseniz olasılıklar hesaplanacak düzeye erişir. Ve geriye bu olasılık cetveline göre davranmak kalır. Ama bu yalnızlığa ve yabancılaşmaya da sürükleyebilir.
Yabancılaşma ve yalnızlık sonradan büyüklerin dünyasına girse de, bir ömür için kısa sayılabilecek çocukluk döneminin bıraktığı tortulardan da pekâlâ kaynaklanabilir. Biliyorum Bay C. genellemeleri sevmez ama sonradan öğrendiklerimizle ya bu tortulardan bir dönüşüm yaratırız ya da bu tortuların içinde yaşarız. İşte Bay C. de çocukluğundan miras kalan anıların, özlemlerin içinden dönüşüm yaratarak çıkmaya çabalıyor. Onlarla yüzleşiyor. Tüm bunlara dayanak olarak da gerçek sevgiyi yaşayacağına inandığı birinin var olmasını gösteriyor. O güne kadar hiçbir kadına demediği "seni seviyorum" u Ressam Ayşe'ye söylüyor. Başını dizlerine koyduğu teyzesinin, saçlarında dolaşan eli ve O'nun burnunu öpmek için eğildiğinde şaşılaşan gözlerini; bedenini satarak geçinen şaşı kadında arıyor ve yüzleşiyor.
Tüm gözlerin üzerinde olduğunu bilerek, hissederek yaşayan, zengin değil paralı, tembel değil aylak bir adamın zor, aykırı yaşamı. Farkında olduğumuzu bilmemiz için huzursuzluk iyidir diyor. Ve 1950'lerden bu yüzyıla uzanarak dokunuyor bizlere.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder