Şiddete kayıtsızlaştığımız şu günlerde mafyanın meşrulaştığı, derin devletin varlığının sıradanlaştığı, katillerin destekçi bulabildiği bir zamanda nasıl sakince oturabiliyoruz? Değişimi kendi hayatımızda başlatmanın ve sadece yaşamı güzelleştiren insanları sevmenin zamanı geldi artık. Erich FROMM yaşamı güzelleştiren azınlıktan biri olarak kendi hayatımızda uygulayabileceğimiz ve toplumda yaşadığımız çürümeyi durdurabilecek fikirleriyle hayatımızı zenginleştirmiştir.
Kötülüğün özü olarak söylenebilecek yaşama karşıt 3 eğilim var: ölüm sevgisi (nekrofili), hastalıklı bencillik (narcism) ve hastalıklı bağlılık (semiyotik saplantı) ve bunlara karşı: yaşam sevgisi (biofili), duygudaşlık ve özgürlük bu eğilimlerin karşıtları olarak karşımıza çıkıyor. Ölüm sevgisi, bencillik ve hastalıklı bağlılığın tamamı birden çürüme sendromunu yaratıyor. Bunlar arasında ölüm sevgisi farkında dahi olmadan bize en büyük zararı veriyor. Çürümenin çekirdeğini oluşturan bu eğilim insanda en üst düzeyde görüldüğünde kendini hepten ölüme adamış bir deli; hiç görülmediği durumda insanın ulaşabileceği en yüksek amaca ulaşmış bir bilge yaratır. Yaşam sevgisi, duygudaşlık ve özgürlük ise gelişmenin göstergelerini yaratıyor.
Yaşam sevgisini ve ölüm sevilisini kitapta en iyi şekilde anlatan cümle:
"Ölüm sever kişi, hep geçmişte yaşar, asla geleceğe yönelmez. Dün yaşadıkları (ya da yaşadıklarına inandıkları) duyguların anısını besler. Soğuk uzak, "yasa ve düzene" inanmışlardır. Değerleri normal yaşamla birleştirdiğimiz değerlerin tam tersidir: yaşamdan değil ölümden heyecan ve doyum alırlar.
Yaşam sevgisiyle dolu okumalar dilerim.
Üye Eleştirileri
Üye Eleştirileri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Üye Eleştirileri Yazıları
Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.
Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.
Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.
'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.
Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.
Yeni yorum gönder