Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

En birleştirici dava; küresel ısınma




Toplam oy: 847
Şu anda insanlık tarafından tetiklenen altıncı yokoluş dönemine ya girdik ya da girmek üzereyiz. Bu, daha önceki büyük yokoluş dönemleriyle karşılaştırıldığında belki de en yıkıcı ve hızlı yokoluş dalgası olacak. "Antroposin"e hoşgeldiniz! Burayı pek sevmeyeceğiz gibi gözüküyor. Distopya hakkında okumak onu yaşamaktan daha eğlencelidir şüphesiz.

Japonya Meteoroloji Ajansı’nın taze yayımladığı verilere göre, geçtiğimiz ekim ayı, son 120 yılın -ki zaten daha öncesine ilişkin kayıt yok- en sıcak ekim ayı oldu. Bu yılın mart, nisan, mayıs, haziran, ağustos ve eylül ayları da kayıtlardaki aynı dönemlerle karşılaştırıldığında, gelmiş geçmiş en sıcak aylar oldular. 2014 yılı da, yüksek ihtimalle, kayda geçmiş en sıcak yıl olacak. Buzul erimesi hızlandı, havalar iyice acayipleşti... Üstelik tüm bunlar, ortalama sıcaklıkların sadece 1 santigrat derece artmasıyla gerçekleşti. Birçok kaynakta “güvenli sınır” olarak anılan 2 derecelik artış ise, gezegeni kökten değiştirecek. Kutuplar buzullardan tümüyle arınacak, deniz seviyeleri metrelerce yükselecek... Kötü haber şu ki, atmosfere saldığımız sera gazları etkisini gecikmeli olarak gösteriyor. Yani dünyanın önümüzdeki dönemde yaklaşık 0,8 derece daha ısınacağı (toplam 1,7 derece) garanti. İklim değişikliğiyle ilgili konuşurken referans verilen “gelecek nesilleri” unutup artık kendimize baksak iyi olur. Kutup ayısı görsellerini de emekliye ayırabiliriz.

 

İklim değişikliği, bugün dünya üzerinde yaşamın bildiğimiz haliyle sürmesinin önündeki en büyük tehdit. Yaşam derken, bahse konu olan sadece kutup ayıları da değil elbette. Bu, tüm uygarlığın karşı karşıya olduğu en büyük kriz. Elizabeth Kolbert’in The Sixth Extinction: An Unnatural History (Altıncı Yokoluş: Doğal Olmayan Bir Tarih) isimli kitabında net bir şekilde özetlediği gibi, şu anda insanlık tarafından tetiklenen altıncı yokoluş dönemine ya girdik ya da girmek üzereyiz. Bu, daha önceki büyük yokoluş dönemleriyle karşılaştırıldığında belki de en yıkıcı ve hızlı yokoluş dalgası olacak. “Antroposin”e hoşgeldiniz! Burayı pek sevmeyeceğiz gibi gözüküyor. Distopya hakkında okumak onu yaşamaktan daha eğlencelidir şüphesiz. (Nobel Ödüllü bilim insanı Paul J. Crutzen'in dünyanın şu anda içinde bulunduğu çağı tanımlamak için kullandığı Antroposin, insanlığın bıraktığı jeolojik ve iklimsel hasarlarla şekillenen, distopik bir dünyaya işaret ediyor.)

 

 


 

 

>>> İklim değişir; bir yeni edebiyat doğar

 

 


 

 

Geldiğimiz noktayı, geçtiğimiz ay G20 zirvesine katılan Başbakan Ahmet Davutoğlu iklim değişikliğini “ontolojik bir olgu” diye niteleyerek en iyi şekilde özetledi aslında. "Ontolojik varoluşunuz olmazsa ne siyasi ne ekonomik varoluşunuz olur. İnsanlığın bugün yaşadığı en büyük sıkıntı iklim değişikliğidir,” diyen Davutoğlu’nun sözleri, iklim meselesinin ciddiyetinin “devlet katında” kavrandığının bir göstergesi olarak alınabilir. Belli ki en azından işin retorik kısmına hâkimiyet var. Ancak Davutoğlu’nun iklim krizine ilişkin bu çok doğru tespiti işin sadece yarısı. İklim krizi bir olgu, bu olgu varoluşumuzu temelden tehdit ediyor. Peki, sorunun kaynağı nedir ve bu krizi nasıl çözebiliriz? Her şeyden önce sera gazının bir numaralı müsebbibi olan fosil yakıtlardan vazgeçmek için acil adımlar atmalıyız. Sadece kömür bile tek başına küresel karbondioksit emisyonlarının neredeyse yarısının (yüzde 44) sorumlusu. Kömüre, petrole ve gaza olan bağımlılığımızı acilen sonlandırmamız gerekiyor. Aşina olduğumuz birkaç spesifik örnek verirsek; yeni termik santral yapmamalı, kömürlü santraller için ağaç kesmemeli, ucuz kömür peşinde insanların yaşamlarını riske atmamalıyız...

 

Şaşkınlık yaratan bir adım

 


İklim değişikliğini yavaşlatmak ve sınırlamak için atılan her adım önemli çünkü bu adımlar hayatlarımızın ne ölçüde zorlaşacağı konusunda doğrudan belirleyici olacak. Konuyu yakından takip edenlerin dahi biraz şaşkınlıkla karşıladığı böyle bir adım geçtiğimiz ay geldi. İklim değişikliğine yol açan sera gazlarının salımı açısından dünyanın en büyük iki kirleticisi konumundaki Çin ve ABD, iklim değişikliğini durdurmak için kendi aralarında anlaşmaya vardı. Açıkladıkları sera gazı azaltım ve yenilenebilir enerji pay artırım miktarı iklim değişikliğini durdurmak için gerekenin epey altında olsa da ve anlaşma kapalı kapılar arkasında yapılmışsa da, Çin ve ABD’nin sorunun çözümü için ortak irade göstermesi umut vericiydi. İlk defa gelişmekte olan bir ülke -hatta gelişmekte olan ülkelerin en büyüğü de diyebiliriz- emisyonların sınırlanması gerektiğini kabul etti. Küresel ısınmanın siyaseten reddi dönemi, bunun aksi için var gücüyle çalışan fosil yakıt şirketlerinin tüm çabalarına rağmen sona erdi. Elbette bu birdenbire olmadı.

 

Çin ve ABD arasındaki iklim anlaşmasının eylül ayında New York’ta gerçekleştirilen 400 bin kişinin katıldığı, tarihin en büyük iklim yürüyüşünden sadece yedi hafta sonra açıklanması tesadüf değil. Öte yandan büyük şehirlerde kömür kullanımına bağlı olarak başlayan hava kirliliği ile kırsalda kömür madenleri ve kömürlü termik santraller nedeniyle çekilen susuzluk, Çin’de halkın huzurunu bozuyordu. Dört yazdır hem şehirleri hem de başta tarım olmak üzere kırsal yaşamın tüm yönlerini etkileyen uzun kuraklık dönemleri, aşırı hava olayları ve iklim değişikliğinin gündelik hayata diğer somut etkileri, konuyu bir olgu olarak bizim toplumsal belleğimize de kazıdı.

 

2013 yazında bir araştırma yapmak üzere Konya’daydım. Konya’nın yeraltı su kaynakları, yanlış sulama tercihleri nedeniyle, uzun bir süredir gittikçe azalıyor. İklim değişikliğinin bölgedeki su kaynakları üzerindeki etkisi tam olarak bilinmese de bir payı bulunduğu açık. Birlikte yediğimiz bir yemekte iki çiftçi sulama üzerine konuşurlarken, biri diğerine asıl meselenin iklim değişikliği olduğunu ve o kriz çözülmezse sulama yöntemlerindeki değişikliğin fark etmeyeceğini anlatıyordu. İklim değişikliği hakkında bilgi seviyemiz farklı düzeylerde olsa da, toplum olarak artık bu kavrama aşinayız. Artan farkındalığın somutlaşması ve eyleme geçmesi elzem.

 

Öte yandan, sera gazlarının başlıca sorumlusu olan fosil yakıt şirketleri hâlâ çok güçlü. Dünyanın her yerinde bu şirketler siyaseti doğrudan veya dolaylı yollarla etkilemek ve zapturapt altına almak için milyonlarca dolar harcamaya devam ediyor. Bu olağanüstü çaba olmasaydı varoluşumuzu doğrudan tehdit eden bu olguya karşı çoktan önlem alınırdı. Oysa iklim krizi bugün karşı karşıya olduğumuz en birleştirici “dava.” Bu krizi küresel olarak çözmezsek, diğer tüm krizlerimizin bir önemi kalmayacağına ilişkin bilinç sadece yüksek siyaset seviyesinde değil, toplumsal olarak yavaş da olsa yerleşiyor. Birçok diğer konuda epey sert tartışmalar içindeki iki büyük devletin ortak iklim hedefleri belirlemesinin ardında biraz da bu eğilim vardı. Savaşmak için bile önce, üzerinde duracak bir gezegen gerekiyor (şimdilik).

 

Önümüzdeki yıl kritik 

 

İklim krizinin çözümü için önümüzdeki yıl, kritik bir yıl olacak. Bundan tam bir yıl sonra, Aralık 2015’te, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 21. Taraflar Konferansı Paris’te gerçekleştirilecek. ABD ve Çin’in iklim konusunda ortak hedefler üzerinde anlaşması belirleyici olacak. Daha şimdiden bu konuda adım atmaya yanaşmayan ülkeler üzerlerinde baskı hissetmeye başladı. Paris’ten bir iklim anlaşması çıkması artık ihtimal dahilinde.

 

Bu aşamada en büyük tehlike bu ivmenin sönük bir anlaşmayla sonuçlanması olur. Örneğin, Uluslararası Enerji Ajansı’nın geçtiğimiz ay yayımladığı “Dünya Enerji Görünümü 2014” raporundaki en dikkat çekici bulgulardan biri, 2 derece sınırını tutturmak için dünyanın 2040 yılı itibariyle karbon emisyonlarını sıfıra indirmesi gerektiğiydi. Bunu gerçekleştirebilirsek, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ne göre, iklim değişikliğini 2 derecenin altında tutabilme şansımız yüzde 50 olacak. Dünya üzerindeki yaşamın alışık olduğumuza benzer şekilde seyredebilmesi için belki de son çağrı. Dolayısıyla, hükümet ve devlet başkanlarının Paris’e çantalarında ve kulaklarında kendi halklarının talepleriyle gitmesi gerekiyor. Sözel güvencelere dayanan, bağlayıcılığı olmayan ve herhangi bir yaptırım mekanizması içermeyen bir anlaşma kabul edilemez.

 

Bu varoluşsal krizi çözebilmek için tüm dünyada kısa vadeli gündemlerin etkisinde kalmayan, partizan olmayan ve sinizm tuzağına düşmeyen bir harekete ihtiyacımız var. Önümüzde bir yıl var. Start verildi. Ya bu deveyi güdeceğiz ya da... Gerisi yok. Çünkü 510 milyon kilometre ötedeki bir kuyruklu yıldıza robot indirmeyi başarmış olsak da henüz gidecek yeni diyarlar bulamadık.

 

 


 

 

* Görseller: Burak Dak ve Ethem Onur Bilgiç (sırasıyla)

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.