Neredeyse yirminci yüzyılın başlarına kadar, kadının yazması 'ahlaksızlık' olarak görülüyordu. Dale Spender, Jane Austen'dan önceki 100 iyi kadın yazarı anlattığı kitabında, kadının edebi yeteneklerini satması ile vücudunu satmasının o dönemde eşdeğer olarak algılandığını vurgular (bkz: 1986, s. 14). Bir kadının yazması yüzyıllar boyunca, fahişeliği nitelemek için kullanılan kelimelerle anılmış ve fahişelik kadar hor görülmüştür. Genel algı, yazının erkeklere has bir alan olduğuydu. Kadının nitelikli eser veremeyeceğine inanılıyordu. Yazmaya teşebbüs eden kadın bu bakış açısına göre cinsine ihanet ediyor, bir anlamda ahlaken düşüyordu.
Kalem ve penis
Sandra Gilbert ve Susan Gubar'ın The Madwoman in the Attic (Tavanarasındaki Deli Kadın, 1979) isimli çok önemli çalışması şu meşhur cümleyle başlar: “Kalem, metaforik bir penis midir?”.
Tarihten bir anekdot, kalemin otoritelerce penis gibi görüldüğünü çok güzel örnekler:
Papa VI. Alexander (Rodrigo Borgia) Vatikan savaşına giderken, Kilise işlerininin resmi idaresini kızı Lucrezia'ya teslim eder. Lucrezia iyi eğitim görmüş, akıllı, yetenekli bir kızdır. Kilise'nin idaresini devraldığı dönemde Lucrezia bir mesele için Lizbon Kardinali'ne danışır. Lizbon Kardinali Lucrezia'yı sessizce dinler, ve “Papa bir konuyu Kardinaller Kurulu'na getirdiğinde, hakim yardımcısı ile başka bir kardinal önerilen çözümleri yazarlar. Bu da, şimdi şu konuşmamızı kayda alacak birinin burada olması gerekiyor demek” der. Lucrezia Kardinal'e cevap olarak gayet güzel yazabildiğini söyler. Bunun üzerine Kardinal Lucrezia'ya Latince “Ubi est penna vostra?” diye sorar. Lucreazia, Kardinal'in sorusundaki kelime oyununu hemen kavrar. Asıl anlamı “kanat, tüy” olan “penna” o sıralar yazı aracı kuş tüyü olduğundan, “kalem” anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, kelimenin ikinci anlamı da “penis”tir. Kardinal, Lucrezia'ya “Hani, nerede kalemin?” diye sorarken aslında penisi olmadığını ima etmektedir.
15 ve 16. yüzyıllarda yaşayan ve o gün Kardinal tarafından 'nazikçe'(!) reddedilen Lucrezia Borgia birkaç cümleyle koskoca savaşı önlemiş, her ne kadar Kardinallerce “testisleri olmadığı” gerekçesiyle önü kesilse de Papa olmak üzere test edilmeye kadar yükselmiş, kısacası yaşadığı dönemin kaderini tayin eden güçlü figürlerden biri olmuştur. Ancak, Lucrezia Borgia'dan çok sonra dahi kadınların yazın ve edebiyat dünyasına bir türlü etkili şekilde giremediğine şahit oluruz. Kadınların, hepsi erkek olan edebiyat otoritelerince dışlandığının en büyük kanıtı antolojilerdir. 17. yüzyıl itibariyle kadınlar bütün aşağılanmalara rağmen eserleriyle görünür olmaya başlamışlardır. Buna rağmen, Joanne Balletti-Thomas 19. yüzyıl İtalya'sında o dönemdeki antolojilerin neredeyse hiçbirinin bu kadın yazarlara yer vermemiş olduğuna dikkat çeker.
Özellikle 19. yüzyılda, kadınların entellektüel ve zihinsel kapasite açısından erkeklerden daha aşağı olduğu düşüncesi hakimdir. Benzer şekilde, kadının eserlerinin de erkeğinkilerden niteliksiz olmaya mahkum olduğuna inanılır. Can Şen bu inancın ülkemizdeki yansımasını şöyle özetliyor:
"Uzun yıllar boyunca kadınların güzel yazı yazamayacağı (Güzel 2007: 26) ve bir eser meydana getirmenin sadece erkeklere has bir yeti olduğu iddia edilmiş kadın yazarlar edebi ortamda küçümsenmiştir (Moran 2009: 256). Hatta Türk edebiyatının romanla ilk tanıştığı yıllarda kadınların roman okuması bile (romanlardaki aşk sahnelerinin ahlakını zedeleyeceği düşüncesiyle) sakıncalı bulunmuştur:
'Bu şüphe ve olumsuz bakış kadınlar ve roman okuma ilişkisi bahis konusu olduğunda iyice belirginleşir; zaman zaman kesin bir reddedişe dönüşür. Çünkü bu noktada artık ‘ahlakilik’ endişesi ve romanın ‘müfsid-i ahlak’ olduğu kuşkusu girmiştir işin içine. Ahlakilik olgusu mazbut Osmanlı insanının en ‘hassas’ tarafını ilgilendirmektedir zira. Ve hatta roman-kadınlar-ahlak üçgeni içerisine kesafeti artan bu kuşku ve endişe yalnızca halk kesiminde mevcut değildir. Dönemin birçok aydını ve - tuhaftır- birtakım edebiyatçıları dahi bu kuşkuyu paylaşır. (...)' (Andı 2004: 36)"
Kadınların sadece yazdıkları değil, okudukları metinlere de yukarıdan bakılıyordu. Kadının okuduğu metnin ancak ciddiyetsiz, niteliksiz, boş, havai, basit olabileceğine dair bir inanç vardı. 'Kadın kitapları' sadece kadınlar tarafından okunan, başlı başına ayrı bir kategoriydi toplumun gözünde. Kadının okuduğu ve yazdığı metnin, cinsiyetinden bağımsız olarak değerlendirilememesi, bu önyargılarla örselenmek istenmeyen çok sayıda kadının, eserlerini erkek imzasıyla yayınlamalarına yol açtı. Muhtemelen bu kadınlardan en ünlüsü, George Sand imzasıyla tanınan Fransız romancı ve anı yazarı Amantine Lucile Dupin'dir (1804-1876).
İlk kadın yazar: Aphra Behn (1640-1689)
Hayatını yazıyla kazanan ilk kadınlardan olan İngiliz yazar Aphra Behn, kadın olmasını vurgulayan çok sayıda ağır eleştiriye maruz kalmıştır. Aphra Behn yaşadığı dönemde, oyunlarını cinsel içeriklerinden dolayı 'skandal' olarak tanımlayan halkın ve yazın dünyasının tepkisini çekmiştir. Dönemin en önemli otoritelerinden Alexander Pope da Behn'e cephe almıştır. Aphra Behn'in yazdıkları, kadın cinselliğini analiz eden, kadının cinsel istekleri olduğunu belli eden metinlerdir ki bu o dönem için sıradışı, çığır açıcı bir şeydir. Eleştirmenler, Aphra Behn'in kadın ile cinsel tutkuyu buluşturan cesaretinin 'devrim' niteliğinde olduğunda birleşirler.
Aphra Behn, aynı oyunların bir erkek tarafından yazıldıkları takdirde böyle 'uygunsuz' bulunmayacağını iddia eder. İşin ilginç yanı, yaşadığı dönemde ve sonrasında Aphra Behn'i öven eleştirmenler de onu “bir erkek gibi” yazdığı gerekçesiyle övmüşlerdir. Angeline Goreau, Reconstructing Aphra (Aphra'yı Yeniden İnşa Etmek) isimli eserinde diğer yazarların -ki Aphra Behn'in döneminde, yazan hemen herkes erkektir- Behn'e gösterdiği saldırganlığın ve düşmanlığın “kendilerinin başaramadığı şeyi bir kadının başarmış olmasından gelen kızgınlık”tan (1980, s. 231) kaynaklandığını söyler.
Virginia Woolf, Behn'in edindiği toplam kariyerin, bu kariyerin ürettiği herhangi bir eserden daha önemli olduğunu söyler. Virginia Woolf'un Aphra Behn hakkındaki şu sözleri meşhurdur: “Bütün kadınların birleşerek Aphra Behn'in mezarına çiçek bırakması gerekir; zira kadınlara inandıkları şeyi söyleme hakkını kazandıran odur.” Aphra Behn, İngiliz edebiyatı tarihinde ilk profesyonel kadın yazar olmasının dışında da, birden fazla alanda öncü rol oynamıştır. Sözgelimi roman biçimine önemli yenilikler getirmiştir. Nazım alanındaki katkılarına rağmen Aphra Behn'in edebiyat tarihindeki ünü halen, başarılarının çok gerisindedir. Örneğin Norton'un, 1990 yılında 6. baskısı yayınlanan İngiliz Edebiyatı Antolojisi'nde Behn'e ait hiçbir eser bulunmaması ilginçtir. Edebiyat tarihçileri Aphra Behn'e hak ettiği yerin hala verilmediği konusunda birleşmekte, buna rağmen Aphra Behn'e duyulan ilgi günümüzde akademik çevrelerce maalesef 'feminist' bir ilgi olarak görülmekte, Aphra Behn'e dair araştırmalar neredeyse sadece feminist çalışmaların konusu olmaya devam etmektedir.
Kadının kitapla arasındaki engel: Eğitim
Dünyanın her yerinde, okuma-yazma öğrenmek önceleri sadece erkeğe tanınan bir hak olmuştur. Kadının kitap okuması gibi okuma-yazmayı öğrenmesi de hep yadırganmıştır. Tarih, kadının eğitim görmesinin toplum tarafından doğal kabul edilene kadar nasıl bir mücadele sürecinden geçtiğine dair çeşitli öykülerle doludur.
İlk yazarların ve okurların erkeklerden oluşmasının nedeninin, eğitim hakkının sadece erkeğe tanınmasından kaynaklandığı görüşü yaygındır. Nitekim ilk kadın yazarların hayatına baktığımızda, zor şartlar altında okuma-yazma öğrenmiş olduklarını görürüz. Örneğin, Jane Eyre'in yazarı Charlotte Brontë (1816-1855), Uğultulu Tepeler'in yazarı Emily Brontë (1818-1848), Agnes Grey'in yazarı Anne Brontë (1820-1849); meşhur Brontë kardeşler, okuma-yazmayı evdeki uşaklarından öğrenmişlerdir (Eski İngiltere'de fakir ailelerin dahi uşaklarının olması olağandır). Bir kalem erbabı olan babaları, dönemine göre hayli açık fikirli bir papaz olmasına rağmen kızlarına hiçbir şey öğretmez. Emily, Charlotte ve Anne Brontë kendilerini kendi çabalarıyla geliştirirler. Brontë ailesinin yoksulluğu da göz önünde tutulursa bu çaba dikkate şayandır.
Brontë kardeşlerin, yaşadıkları çağ ile kıyaslanınca kızların eğitimine hayli önem veren babaları Patrick Brontë, Anne Brontë dışındaki ilk dört kızını Lancashire'daki Cowan Bridge School'a yatılı gönderir. Dönemin okulları zaten pek iç açıcı sayılmaz; ancak, kızların gidebileceği okullar daha da berbattır. Cowan Bridge'de, bir yatakta iki çocuk yatmaktadır, ısınma yoktur, altı çocuk sabahları yüzlerini aynı tastaki donmuş suyla yıkamak zorundadırlar. Charlotte, Emily ve Anne'in ablaları Maria ve Elizabeth Brontë okuldaki kötü şartlardan dolayı tüberküloza yakalanıp ölürler. Altı kardeş arasından yaşayabilen dördünün de (Charlotte, Emily ve Anne'in, 30 yaşında ölen erkek kardeşleri Branwell Brontë de yazardır), yaşamlarının kısalığına rağmen önemli eserler verdikleri düşünülürse, bu durum Maria ve Elizabeth'in de 'eğitim kurbanı' olmadıkları takdirde yazar olup olmayacakları sorusunu akla getirir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, Brontë kardeşlerin kız çocuğu olarak eğitim açısından şanslı azınlık içinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 1800'lerde İngiltere'de çok az aile kızlarını eğitim için evden uzağa göndermektedir.
Virginia Woolf (1882-1941), erkek kardeşlerine tanınan eğitim imkanının kendisine tanınmamış olmasına esef eder. Virginia Woolf'un babası Sir Leslie Stephen (1832–1904), döneminin önemli tarihçi, yazar ve eleştirmenlerindendir. Sir Leslie Stephen Ulusal Biyografi Sözlüğü (Dictionary of National Biography) isimli önemli çalışmayı hazırlayan kişidir aynı zamanda. Sir Leslie Stephen, yazın dünyasıyla içli dışlı, kültürlü bir adam olmasına rağmen, yaşadığı dönemdeki herkes gibi, sadece erkek çocukların okula gönderilmesinin uygun olduğunu savunur. Virginia Woolf'un erkek kardeşleri Adrian ve Julian (Thoby) Cambridge'de eğitim görürler. Woolf erkek kardeşleri gibi resmi eğitim alamamış olmasını hep üzüntüyle anar.
Türk edebiyatının ve İslam coğrafyasının ilk kadın yazarı olarak bilinen Fatma Aliye Hanım (1862-1936) da Virginia Woolf gibi, olanakları zengin bir ortamda büyümüştür. Fatma Aliye Hanım'ın babası, ünlü tarihçi Ahmed Cevdet Paşa'dır. Ahmed Cevdet Paşa, yaşadığı dönemin hakim inanışına paralel olarak, kız çocuklarının eğitilemeyeceğini savunur. Ancak Fatma Aliye Hanım, ağabeyi Ali Sedat Bey'in evde aldığı özel dersleri hevesle dinler ve bu dersler sayesinde kendisini geliştirmeyi başarır.
Bununla birlikte, Virginia Woolf'tan farklı olarak, Fatma Aliye'nin, kadının edebiyata ilgisini destekleyen, olağan karşılayan bir kocası olmaz. Fatma Aliye evliliğinin ilk on yılında ancak eşinden gizli gizli kitap okuyabilmiş; çeviri yapmaya ise, seneler süren uğraşlar sonucunda eşinden nihayet izin aldığında başlayabilmiştir. Babasından ders alma, onunla fikir tartışmaları yapma olanağına da ilk çevirisiyle edindiği başarıdan sonra kavuşur. Fatma Aliye'nin dünya çapında bilinen bir romancı olmaya uzanan serüveni, kadın olmasından kaynaklanan çok sayıda engelin hikayesidir aynı zamanda.
İlk kadın yazarların zor da olsa eğitime bir şekilde ulaşabildikleri ailelerde doğmuş olmaları tesadüfi değildir. Bu durum, geçmişte belki bu yazarlardan da yetenekli birçok kadının okuma-yazma imkanına dahi kavuşamadan ölüp gittiğini düşündürür.
Evle Sınırlı Yaşam
Kadınların yazmasını güçleştiren önemli etkenlerden biri de, geçmişte iş ve seyahat imkanlarının hemen hemen sadece erkeklere tanınmasıydı. Kadınlar çoğunlukla evle sınırlı bir yaşam sürüyor, evden ötesini pek bilmiyorlardı. Yazan kadınlarda evin içine dair temalar bu yüzden uzun zaman ortak bir unsur olarak kaldı.
Virginia Woolf Professions for Women (Kadınlara Uygun Meslekler) isimli makalesinde, 'The Angel in the House' (Evdeki Melek) tabiriyle idealize edilen kadını, roman ve eleştirilerini yazabilmek için öldürmek zorunda kaldığını söyler. İsmini Coventry Patmore'un şiirinden alan The Angel in the House, uysal, sevecen, hayatını çocuklarına, kocasına ve ev işlerine adayan kadını özetleyen bir ifadedir. Virginia Woolf, Viktoryen dönemde örnek olarak kabul edilen bu kadın tiplemesini içinde öldürmeseydi, onun kendisini öldüreceğini iddia eder. Woolf'un iddiasına göre, 'Evdeki Melek'in yazabilmesi mümkün değildir; zira kendinize ait bir düşünce biçiminiz olmadan, ilişkiler, ahlak ve cinsellik konularında fikirlerinizi açıkça ifade etmeden bir romanı dahi gözden geçirebilmeniz söz konusu olamaz. Bu yüzden, bu konuları özgür bir zihinle ele alamayan 'Evdeki Melek'i öldürmenin, kadın yazarın görevlerinden biri olduğunu savunur Woolf.
Peki, tüm bu engelleri aşarak yazan, bir şekilde yayın dünyasına giren kadınlar neler yaşadılar?
Kate Chopin ve Uyanış
Kadın yazarların kınanan ve sansürlenen eserlerinden belki ilk akla geleni, Amerikalı hikaye ve roman yazarı Kate Chopin'in (1851-1904) 1899 yılında yayınlattığı, dilimize Uyanış olarak çevrilen The Awakening romanı.
Romanda, evli ve iki çocuk annesi genç bir kadın olan Edna Pontellier'ın, kadınlığı ve anneliği konusunda toplumun ona biçtiği rolle uyuşmazlığı konu edilir. Kitaba adını veren uyanış, şiddeti giderek artan bu uyuşmazlıkla beraber, Edna'nın içindeki “gerçek ben”in uyanışıdır. Edna'nın, ailece gittikleri tatilde Robert'la tanışması, kadın ve annelikle ilgili sosyal normları sorgulamaya başladığı süreci tetikler. The Awakening, sadece kadının cinsel arzusunu betimlediği için değil, Kate Chopin'in kahramanı Edna toplumun kadını yerleştirdiği kalıpların dışına çıkmak istediği için de ahlaksız bulunmuştur. Roman, edebi değerinin hakkını teslim edenler tarafından dahi, ahlaksız olduğu gerekçesiyle ağır şekilde eleştirilir. Ünlü The Nation dergisi Kate Chopin'i kastederek “Akıllı bir yazar daha kötü yola düştü” der. Public Opinion isimli bir başka dergide, Edna'nın romanın sonunda intihar etmesine memnun oldukları yazılır.
Belli ki 'kamuoyu', Edna gibi Kate Chopin'in de yazar olarak bu romanla birlikte intihar ettiğini düşünmek ister. Chopin, Uyanış romanını yayınlattıktan sonra toplumdan dışlanmakla kalmamış, yayın dünyasında da sorunlar yaşamaya başlamıştır. Kate Chopin, Uyanış'ın yayınından sonra yazdığı öyküleri yayınlatabilmekte ciddi güçlükler çeker. Chopin'in Uyanış gibi başarılı bir eserden sonra hiç roman yazmaması, romandan dolayı yaşadığı zorluklardan etkilendiği kuşkusunu uyandırır.
Uyanış, bugün edebiyat kanonu olarak kabul görmekte, Amerikan edebiyatının klasik eserleri arasında sayılmaktadır. Eserin, William Faulkner ve Ernest Hemingway gibi önemli romancıları etkilediği düşünülür.
Kadının sorununa değindiği için mağdur olan bir erkek: Henrik Ibsen
Sansüre maruz kalan sadece kadın yazarlar değildir; 'Evdeki Melek' idealini eleştiren erkek yazarlar da sert tepkilerle karşılaşmışlardır. Söz konusu yazarların geçmişteki en önemli örneklerinden biri, A Doll's House (Bir Bebek Evi) isimli piyesiyle Norveçli oyun yazarı Henrik Ibsen (1828-1906). Türkçe'ye Bir Bebek Evi (Nora) olarak çevrilen A Doll's House (1879), bugüne kadar yazılmış en güzel piyeslerden biri.
Ibsen'in karakteri Nora, evli ve üç çocuk annesi bir 'çocuk-kadın'dır. Nora ile kocası Torvald arasındaki ilişki, okuyucuya hiyerarşik bir baba-kız ilişkisi gibi sunulur. Nora saf, küçük bir kız çocuğu gibi davranmakta, Torvald ise onu hoşgörüyle karışık azarlamaları ile eğiten, sevip şımartan, kollayan, müşfik, güçlü, güvenilir bir üstü rolünü oynamaktadır. Nora seve seve Torvald'ın koyduğu yasaklara boyun eğiyor, söylediklerine itaat ediyordur.
Olay örgüsü ilerlediğinde, Nora'nın göründüğü gibi 'çocuksu' olmadığını ele veren bir sırrını öğreniriz. Nora, Torvald'ın çok hastalandığı bir dönemde onun tedavi masraflarını karşılamak için, üç gün önce ölen babasının imzasını taklit ederek tefeciden borç para almış, ancak Torvald'ın gururunu incitmemek kaygısıyla paranın babasından miras kaldığı yalanını uydurmuştur. Şimdi, Torvald'dan aldığı ev harçlıklarından kestiği ve odasında gizlice yaptığı evrak katipliğinden kazandığı parayla borcunu yavaş yavaş ödemektedir. Nora, kendi tabiriyle “bir erkek gibi” para kazanmaktan ve Torvald'a destek olmaktan, üstelik bunları kimsenin haberi olmadan yapmaktan sevinçli bir gurur duymaktadır.
Oyundaki meselenin kilit noktası şudur: Oyunun yazıldığı dönemde, kadınların resmi belgeleri imzalama hakları yoktur. Bir kadının herhangi bir resmi işlem için, yetişkin bir erkeğin daha imzasına ihtiyacı vardır. Nora, ölü babasının imzasını taklit etmeye bu yüzden mecbur kalmıştır. Tefeci Nora'ya, yasaları çiğnediğini açıklayacağı yönünde şantaj yapmaya başlar ve Torvald'a her şeyi anlattığı bir mektup yazar. Nora Torvald mektubu okumadan önce intihar etmeyi düşünür. Bu sayede kocasını, karısının suçunun ortaya çıkmasıyla doğacak utançtan, daha da önemlisi onun itibarını korumak için yiğitçe girişeceği savaştan kurtaracaktır.
Torvald mektubu okuduğunda öfkeden kudurur. Nora'yı, kendisini tefecinin karşısında korunaksız durumda bıraktığı için suçlar. Nora'ya sahtekar, ahlaksız bir kadın olduğunu söyler. Nora çocuklarına annelik yapabilecek nitelikte bir kadın değildir; bundan sonra evlilikleri sadece görüntüden ibaret olacaktır.
Bu sırada tefeciden, pişman olduğunu söyleyen bir mektup gelir. Nora'nın, babasının imzasını taklit ettiği evrak da mektupla birlikte gönderilmiştir. Birden yumuşayan Torvald Nora'ya onu affettiğini söyler. Söylediğine göre, bir erkeğin karısını affetmesi, kadının ona bir çocuk misali tabi olduğunu hatırlattığı için onu daha çok sevmesini sağlamaktadır.
O zamana kadar sessiz kalan Nora, Torvald'ı terk ettiğini açıklar. Gerçekten kim olduğunu bulmak için bunu yapmaya mecburdur. Gitmelidir; zira önce 'kendisi' olmadan iyi bir anne ve iyi bir eş de olması zaten mümkün değildir. “Sekiz yıl boyunca, birbirimize ciddi hiçbir mesele hakkında ciddi hiçbir kelime etmedik” der. Yaşadıkları her şeyin bir 'oyun'dan ibaret olduğunu, kendisinin, içinde oyuncak bir 'bebek' olduğu bir bebek evinde yaşadığını anlamıştır. Çocukları ile kocasını hiç düşünmeden bırakarak, bu yalandan evin kapısını çarpıp çıkar.
Oyun, Ibsen'in yakın arkadaşı Laura Kieler'ın gerçek öyküsüdür. Ne var ki kocası Laura'nın sırrını keşfettiğinde onu boşamış ve bir tımarhaneye kapattırmıştır. Daha sonra kendisi de başarılı bir yazar olacak olan Laura bu olayın önemli bir noktasında Ibsen'in yardımını istediği halde Ibsen hiçbir şey yapmamıştır. Bunun yerine Laura'nın trajedisini bir tiyatro eserine dönüştürür.
Bir Bebek Evi, 'skandal' olarak nitelendirilir. Nora kapıyı çarpıp çıkarak evliliğin kutsallığına kabul edilemez biçimde karşı çıkmıştır. Henrik Ibsen'e, oyunun sonunu değiştirmesi yönünde baskı yapılır. Almanya'da prodüksiyonun baş aktristi, oyunun sonu değiştirilmediği takdirde Nora rolünü oynamayı reddettiğini söyler. Ibsen sonunda oyuna, Nora'nın, kocasının ona annelik görevlerini hatırlatması neticesinde kocasına ikinci bir şans verdiği yeni bir son yazar. Ibsen daha sonra, oyunun sonunu bu şekilde değiştirmeye zorlanmasının oyunun orijinaline bir hakaret olduğunu söylemiş, yeni sonu 'barbarca bir haksızlık' olarak tanımlamıştır.
Belli olduğu üzere, Bir Bebek Evi'nde Kate Chopin'in romanında olduğu gibi 'başka bir erkek' etkeni veya cinsellikle ilgili herhangi bir şey yoktur. Buna rağmen oyun, 19. yüzyıldaki evlilik normları nedeniyle Uyanış'la aynı eleştirileri almış, onun gibi 'ahlaksız' olmakla suçlanmıştır. Ibsen, propaganda yapmak gibi hiçbir niyet taşımamış olduğu, sadece insanlığı tasvir etmeye çalıştığı, bu nedenle, kadın hakları adına bilinçli bir şey yapmadığında ısrar eder. Oyunun asıl meselesi bireyin kendisi olma ihtiyacıdır. Ama Nora'nın Torvald'a kendisi olmakla ilgili söyledikleri, kadın zihni hakkında öğretilegelmiş her şeyle çeliştiği için, Torvald ve 19. yüzyıl toplumu tarafından anlaşılmaz.
Yazması engellenen kadınlar
1983 yılında Joanna Russ, Kadının Yazması Nasıl Önlenir (How To Suppress Women's Writing) isimli önemli bir araştırma yayınladı. Russ kitabında, sadece 70'lerde, yazan kadınların tecrübelerinin detaylı bir dökümünü yapıyordu. Russ, bu kadınlara yönelik belli başlı eleştiri ve suçlamaları şöyle özetliyordu:
Bu metni yazan bu kadın değil.
Evet, bu metni bu kadın yazdı; ama yazmamalıydı.
Bu metni bu kadın yazdı, ama ne konuda yazdığına bakın!
Bu metni bu kadın yazdı, ama bu kadın aslında sanatçı değil, yazdığı da bir sanat eseri değil.
Bu metni bu kadın yazdı, ama bir başkasından yardım aldı.
Bu metni bu kadın yazdı, ama bu kadın anormal.
Bu metni bu kadın yazdı, AMA...
Joanna Russ, kadın yazarların yaşadığı güçlükleri 'Yasaklanma', 'Acentadan Reddedilme', 'Acentayı Kirletme', 'İçerik Konusundaki Çifte Standart', 'Yanlış Kategorizasyon', 'Anormallik', 'Yalnız Bırakılma', 'Model Yokluğu' gibi başlıklarda inceliyor ve araştırmasına sonuç olarak, yazan kadınların hala cinsiyetçi bir yaklaşıma maruz kaldığını iddia ediyordu.
Yoksa kadınlar hep yazıyor muydu?
Dale Spender'ın Mothers of the Novel (Romanların Anası, 1986) ve Jane Spencer'ın The Rise of the Woman Novelist (Kadın Yazarın Yükselişi, 1986) isimli araştırmaları, kadınların aslında her zaman yazıyor olduklarını öne sürerek bu konudaki hakim yargıyı altüst ederler.
Kaynakça:
Balletti-Thomas, Joanne. (1996) Women's Writing and the "Anxiety of Authorship" in Nineteenth-Century Italy: Bruno Sperani and Others, McGill University
Gilbert, Sandra and Gubar, Susan (1979) The Madwoman in the Attic The Woman Writer and the Nineteenth-Century Literary Imagination, Yale University
Goreau, Angeline (1980) Reconstructing Aphra: A Social Biography of Aphra Behn, Oxford University Press
Russ, Joanna (1983) How to Suppress Women's Writing, University of Texas Press
Spencer, Jane (1986) The Rise of the Woman Novelist: From Aphra Behn to Jane Austen, Blackwell
Spender, Dale (1986) Mothers of the Novel: 100 Good Women Writers Before Jane Austen, Pandora Books
Şen, Can (2011) "Feminist Edebiyat Eleştirisi ve Nihan Kaya'nın 'Gelin' Hikâyesinin İncelenmesi", Celâl Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt: 9, sayı: 2, s. 452
Merhaba;
yazınızı çok beğendim ve blogumda bu konuda bir yazı kaleme aldım. okursanız sevinirim.
http://www.ahengame.com/2012/05/odada-olu-bir-melek-var-menteselere.html
Yeni yorum gönder