Ece Ayhan, o çok bildik “Yort Savul” şiirinde, “en geniş zamanlı tarihi yazmak” için tarih atlaslarını istiyordu. Tarihi doğru yazacak, haritalarda sınırları, nehirleri, dağları bayırları, ormanları ayrıntısıyla gösterecek, göç yollarını doğru çizecek, sürülmüşlerin, kıyımların, kırımların hikayesini anlatacak atlaslar… Biz geçmişten kalanlarla hesaplaşmaya çalışırken, bugünden bakıp geçmişin atlaslarını oluşturmaya, en geniş zamanlı tarihi yazmaya çalışırken bugün yine yeni sürgün, iltica, kaçma hikayelerinin canlı tanığıyız. Edebiyata sığınışımız da biraz bu yüzden belki. Bir kere daha edebiyat bize yol göstersin istiyoruz; edebi olanı tanıklığımız, belgemiz, bilgimiz, hafızamız yapmak, ebedileştirmek istiyoruz.
Bu coğrafyadaki toplu sürgünlerin, yerinden edilmelerin, mültecilerin, kaçakların kısacası yersizyurtsuzların kaçı hatırda, kaçı anılıyor; su yüzüne çıkanların da kaçı hakkıyla biliniyor? Kitaplar ya da tarih yazmasa da edebiyat biriktiriyor bunları. Anlatılmayanlar, unutulanlar, sürülenler, ötelenenler edebiyatta kendine bir yol buluyor göz göz olup ilerleyecek.
Göç edebiyatının Türkiye’de ancak geçmişle hesaplaşmanın öne çıktığı 2000’li yıllarda görünür hale geldiğini söyleyen A. Ömer Türkeş, bundan öncesinde konunun “sessizlik perdesiyle kuşatıldığını" not düşüyor. Ancak Türkeş aynı yazıda, “Göçenler(in) tarihsel ve toplumbilimsel araştırmalara konu edilmedikleri gibi yerlerini yurtlarını terk etmişlik hallerinin yarattığı acılar(ın) edebiyatta da karşılığını bulamadığı”nı öne sürüyor. (“Toplum ve Kimlik Kurma Kılavuzu Olarak Roman”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Dönemler ve Zihniyetler, İletişim Yayınları.) Ancak bir kanon ya da akım olarak yani sürgün, kaçak, mülteci edebiyatı adıyla karşımıza çıksın ya da çıkmasın; okur nezdinde karşılık bulsun ya da bulmasın sürgünlüğün izlerini edebiyatta görmek hatta zaman zaman edebiyatın kendini bir sürgünlük durumu olarak anlamlandırmak mümkün. Yerini yurdunu bırakıp gönüllü bir sürgünlük ya da gönüllü bir göç yoluna gitme durumu olarak münzevilik ve bilindik/klişe tabirle edebiyata sığınma büyük yapıtlarda sıklıkla karşımıza çıkar. Sözgelimi Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda yazdıkları buna örnektir: “Hiç kimseniz ve hiçbir şeyiniz yoktur, elinizde bir valiz ve bir kitap sandığı, çevrenize karşı ilgi duymaksızın, dünyayı dolaşır durursunuz. Hayat mı bu: yersiz yurtsuz, ana baba yadigârı eşyalardan yoksun, köpeksiz.” (çev. Behçet Necatigil, Can Yayınları)
Sürgünlük pek çok edebi metinde bir adlandırmayla ya da alegori olarak değil de yazınsal bir kaynak olarak var olur. Ünlü şair Cemal Süreya’nın ailesi de 38’in “zorunlu iskan politikası” olarak da adlandırılan sürgünleri sırasında Bilecik’e gönderilenler arasındadır. “Kişne Kirazını ve Göç, Mevsim” şiirinin bir dizesinde “ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi” diyerek o zorunlu göçün izini şiirine taşıyan şair, eşi Zuhal Tekkanat’a yazdığı mektuplardan birinde o günü ayrıntıyla anlatırken kendi sürülme hikayesinin onun edebiyatına katık olduğunu ima eder: “Bizi kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”
Süreya’nın kendi sözlerine dayanarak söylersek, sürgün ve acılar onu bir anlamıyla beslemiştir; sürgünün atlatılmaz bir travma olduğunu ve süreğen bir durum olduğunu şairin günlüklerini okurken de anlarız. Şairin, defterindeki bazı tarihlere günlük hayatın diğer ayrıntıları gibi, sürgün günlerine dair not düştüğünü görürüz, 207. günde şöyle yazar: “Amcamla babam sürgüne giderken bütün mal varlığımızı birkaç gün içinde paraya çevirmek zorunda kalmışlar. Daha sonra amcam bu parayı İstanbul’a gidip gayrimenkule yatırmış. Tapu kayıtları onun üzerine yapılmış. Aradan on yıl geçti, sürgün bitti. Amcam İstanbul’a gitti. Birlikte kazandıklarını kardeşiyle bölüşmeye yanaşmadı. Babam sürgün yerinde öldü. (...) Tuhaf şey, sadece kızıyorum amcama. Hamlet’i bitiremedim.” (Günler, YKY)
Sürgün, yaşayan için bitmemiştir, bitemez. Hamlet’i bitiremeyişinin gerçekliği ve gündelikliği gibi sürgün Cemal Süreya için o anda, şimdidedir; şair halen sürgündedir. Babasının mezar yeri gibi… Bu sözler, bir başka sürgün yazar Mehmed Uzun’un “Bir Hüzündür Ayrılık” başlıklı yazısında Witold Gombrowicz’den alıntıladığı sözleri hatırlatır: “sürgün bir mezarlıktır…” ve Mehmed Uzun bu sözleri, “tam tamına Kürtler ve sürgün merkezi Şam için geçerli olduğu”nu söyleyerek aktarmıştır. (Sürgün Edebiyatı, Edebiyat Sürgünleri, der. Feridun Andaç, Bağlam Yayınları.)
Şiirle başladık ve yol aldık, şiirden devam edelim. Şiirin sürgündekine sığınak olabilmesi, sadece bizim topraklara mahsus değil elbette. Talihsiz Ortadoğu coğrafyası kadim zamanlardan bu yana hep yersizyurtsuzluğun vatanı olmuş ve bu toprakların mülteci, göçmen halkı sıklıkla şiire yaslanmıştır. Bugün bizim tanıklık ettiğimiz yangınlardan biri olan Filistin’de bu acılar 1948’den beri yaşanmakta. Bu nedenle de yersizyurtsuzluk Filistin edebiyatının/kültürünün ana damarıdır bir bakıma. Yazko tarafından ilk olarak 1974’te basılan Filistin Şiiri kitabının derleyenlerinden Afşar Timuçin bu küçük antolojinin giriş yazısında Filistin şiirini şöyle değerlendirir: “Filistin Araplarının bugün gelişen şiiri, dünya şiirine en güzel örneklerini vermiş olan Arap şiirinin kaynağından besleniyor. Bütün dünya insanlarının yarattığı bu yeni şiir, büyük bir şiir geleneğini bir kavga şiirine doğru genişletmekte.”
Yerim yurdum kitabım
Şiir dışında sürgünün kendine edebiyatı yer yurt edindiği başka metinler de var elbette. Sürgün anlatısı olarak karşımıza en çok çıkan vakalardan biri, Dersim 38’dir. Dersim 38’in edebi metinlere girmesi, daha önce A. Ömer Türkeş’ten yaptığımız alıntıda da belirttiğimiz üzere, son onyıllarda ortaya çıkan hesaplaşma kültürüyle/eğilimiyle yaygınlaşmıştır. Kürtlerin hem yersizyurtsuzlukları hem de dillerinden sürülmeleri Kürt edebiyatında sürgün mefhumunun önemli bir yer tutmasının sebebidir. Mehmed Uzun, Haydar Karataş gibi sürgün yazarların yanı sıra Selim Temo da iki ciltlik Kürt Şiiri Antolojisi’nde derleyip topladıklarıyla kendi edebi kültürünün yersizyurtsuz dağılıp gitmemesi için gayret göstermiştir. Bunun dışında, 1915’i, Ermeni soykırımını ve Ermenilerin sürülüşünü sadece bir belge olmaktan öteye, iyi bir edebi metne taşıyan usta işi eserleri ve o zamanın sürgünlerini Türkçeye aktarma çabaları nadir de olsa görülür. Bu bağlamda köklerini arayan yazarlardan Saroyan’ın kendi yaşamından doğrudan aktardıkları/aktarılanlar ve yazarın metinlerine sızanlar oldukça değerlidir. Bir edebiyatçı olmamasına rağmen roman tadında bir biyografiyle, yersizyurtsuzluğu gizli kalmış Ermenilerden birini, anneannesini anlattığı kitapta avukat Fethiye Çetin de oldukça ustalıklı bir anlatı ortaya koyar.
Bunlarla birlikte, bu topraklarda ve Türkiye edebiyatında 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün sürgün hikayeleri de sürgün edebiyatı bağlamında değerlendirilebilir belki. Oya Baydar, Nedim Gürsel, Demir Özlü, Tezer Özlü, Emine Sevgi ve daha pek çok yazar ve entelektüel ya sürülmüş, ya politik ortamın sıkıntısına dayanamayıp göçmeyi tercih etmiş ya da iltica etmek zorunda kalmıştır. Ancak edebiyatımızdaki sürgün anlatıları açısından 70’lerdeki ve 80’lerdeki darbeler milat değil. Sürgün anlatılarının Osmanlı’ya kadar uzandığını hatırlatan en bilindik eserlerden biri de Yakup Kadri’nin Bir Sürgün adlı romanı.
Edebiyatın sürgünleri için, alanı belli tek bir yazı dar gelir elbette. Sadece bir hatırlatma yapma, not düşme niyetinde olan bu yazıda da anamadığımız pek çok usta var. Çektikleri acıları satırlarında hissettiren Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet gibi pek çok sürgün edebiyatçı bugün çok tanınan ve okunan isimler arasında. Ve sürgünlük tabii ki sadece talihsizliği, acıları ezeli Ortadoğu coğrafyasına mahsus değil. Ancak bu hatırlatma amaçlı yazı bağlamında bu sınırlar dahilinde ilerlemek bile yeterince dertli.
Bitirirken sözü, ömrünü sürgün geçirmiş usta hikaye anlatıcısı Mehmed Uzun’a bırakalım. Mehmed Uzun yukarıda andığımız yazısında, insani olmayan ağır bir ceza olarak tarifler sürgünü ve şöyle devam eder: “Yaşanmış, çok iyi bilinen uzun bir zaman kesitini, daha doğrusu yaşamı geride bırakmaktır. İstemeyerek, zorlanarak…” Henüz Mehmed Uzun’a ve geçmiş sürgünlere çektirilen acıyla hesaplaşamamışken ve belki de hiç hesaplaşamayacakken yeni acılar ekleniyor kara kaplı atlasa. Gemilere kaçak binip cesetleri kıyıya vuran Siyahlar, Filistinliler, Suriyeli mülteciler… Üstelik onların, Uzun’un bahsettiği gibi geride bıraktıkları bir yaşam dahi yok. Hatırlayacakları anıları kalmıyor, kalmayacak; kökleri hangi topraklarda bir sonraki nesil bilemeyecek belki… Yeryüzüne sığmıyoruz, atlaslara rahat vermiyoruz; nehirleri yataklarından ediyor, ağaçları köklerinden alıyor, zirveleri dağlara bırakamıyoruz. Üstelik mücadele de edemiyor, acımız içimizde edebiyatın kapısından süzülüp, edebiyatı yer yurt belleyip başımız öne eğik okumaya devam ediyoruz ancak.
* Görseller: Sedat Girgin, Burak Dak
>>> Mültecinin evi
yurdundan ırak düşen -zoraki- düşürülen
yürek acır... toprağına hasret
acı; sürgün verir
yangın bu
büyür
k
ü
l
Yeni yorum gönder