Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ali ile Ramazan: Steril Hayatlarımızı Rahatsız Eden Bir Üçüncü Sayfa Hikayesi



Toplam oy: 1485
Perihan Mağden
Doğan Kitapçılık

Ali Hatay doğumlu, kara gözlü, ağır hikayeli bir çocuk. Dövülmekten sakat kalmış annesi, babasının kafasını Ali’nin çocuk gözlerinin önünde baltayla ikiye ayırıyor ve tarım ilacı içerek öldürüyor kendini. Ali hiçbir şey yapamıyor, donuyor. Annesinin akrabaları annesini, babasının akrabaları babasını kurtarmadığı için öldürmeyi düşünüyorlar onu. Kalabileceği en güvenli yerin İstanbul’da bir yetiştirme yurdu olduğuna kanaat getiriliyor ve Ali’nin yetimhane günleri başlıyor. Ramazan da Ali’nin gönderildiği yetimhanede... Oranın en sözü geçen çocuğu; delikanlı, karizmatik, matrak. Çocukluğundan beri yetimhane müdürünün hastalıklı ilgisine ve tacizlerine maruz kalmış. Fazla güzel bir çocuk Ramazan... Güzelliği ona, önce bu tacizleri, sonra bin bir çeşit erkeğe para karşılığı yaşattığı hazlarla piyasanın gözdelerinden olmayı getiriyor. Kitabın kapağındaki fotoğraf onun... Emniyet’te omzunda sigara söndürüldükten sonra çekilmiş.

“Hikayemi duysan inanmazsın lan Şambriyel! Bana dense dense bu alemin, bu alemlerin en harbi Türk filmi çocuğu denir. Cami avlusunda imam bulmuş sabah ezanına çıktığında beni iyi mi?” diye anlatıyor hikayesinin başlangıcını. Kaderle dalgasını geçerek. Heteroseksist olduğu varsayılan dünyada bir erkek olarak; müdür, zengin - fakir, şımarık - çekingen, evli, aile babası kaç farklı erkeğe hükmettiğini bilerek. Ataerkil düzenin içindeki etkin rolüne kıs kıs gülüyor. Bir yandan da gücünün arkasında kimseye göstermediği, alay ve hiddetle karışık bir şefkat gizliyor. Onu gösteriyor Ali’ye. 

Ali, Ramazan’a bağlanıyor...

“Ramazan Ali’ye iyi geliyor. Başına gelenin adını bilmiyor. Aşka düşüyor. Tepetaklak düşüyor Ali. Ne kadar düşebilirse o kadar.”

Ramazan da bağlanıyor Ali’ye, iyiliğine, temizliğine, her şeyin güzel olma ihtimaline...

Birlikte büyüyorlar. Onsekizlerine geldiklerinde yetimhanenin soğuğunu, pisliğini mumla arıyorlar. Çünkü devlet himayesinde değiller artık. Sonrası sokaklar, tiner, surdipleri, bankamatikler... Biliyoruz işte. Uzaktan ne kadar bilebilirsek o kadar...

Ramazan para kazanabilmek için en iyi bildiği işe; fahişeliğe devam ediyor. Para biriktiriyor. Asıl derdi Ali’yi de alıp gitmek İstanbul’dan.

“Ne acıklı bir çocuksun sen! Ne acıklıyım ben! Ne garibanız! Birbirimizden başka kimsemiz yok be Alim.”
Ramazan, o kadar kirlilik içinde Ali’yi tek temizlik olarak görüyor. Her fahişelik gecesinden sonra onunla sevişerek temizlenmek istiyor. Ramazan, suça hep çok yakın duruyor. Bu yakınlık, işlediği bir cinayetle beraber ikisinin de sonunu hazırlıyor.

Ölümleri aşkı ve kendilerini suçtan koruyamadıkları için diyebiliriz, buradan bakıp. Uzaktan ne kadar görebilirsek o kadar...


Eski bir Türk filmi gibi başlayan hayatlarının vardığı sonu anlatmaya Türk aile yapısının ahlak anlayışı izin vermiyor o yıllarda. Hikayenin sonu “Çarpık Geceye Üçüncü Kurban” diye atılan başlıkla bitiyor 1992’de. Perihan Mağden, gazetenin kullandığı “çarpık” sözcüğüne fena halde takılıyor. Eşcinsel ilişkiler içeren bir cinayet gecesi için -çok daha ağır anlamlar kastedilerek çarpık denmiş. “Büyük gazetenin küçük kelime oyunları.” diyor bu manşet için.  Ötelemek o kadar kolay mı  diye düşünüp “çarpık” gece hakkında biraz araştırma yapıyor. Haberden yola çıkarak önce bir senaryoya başlıyor. Fakat proje rafa kalkıyor. Ve 18 yıl sonra, “Bir türlü ruhumdan gitmedi” dediği haberi kurgulayarak bu romanı yazıyor.
 
Ali ile Ramazan; yaşarlarken kimsenin umurunda olmayan iki gencin üçüncü sayfalara düşüveren aşklarının iade-i itibarı belki de. Ancak Perihan Mağden, romanı “aşkın cinsiyeti olmaz” önermesiyle değil; “eşcinsel aşk temizdir” önermesiyle yazdığından ve önceki romanlarında anlattığı kadınlarınkine olduğu kadar eş cinsel erkeklerin de hayatına hakim olduğunu gösterme çabasına girdiğinden; her yönüyle insanın içini acıtan bu hikaye zaman zaman homofobi ile homofili arasına sıkışıp kalmış. Bu yüzden Ali, Ramazan ve Müdürbey dışındaki diğer sayılı karakterler -özellikle kadınlar- silik birer silüet olarak bırakılmış. Hikayenin bu homoseksist sıkışmadan kurtulup trajikliğini özgürce yaşayabildiği yerlerde gündelik hayatın en alt katmanındakilerin hali sarsıcı bir dille aktarılmış.

Perihan Mağden  roman boyunca, eşitler arası hiçbir ilişkiye hiçbir zaman dahil edilememiş hayatların yitip gidişindeki rolümüzü de sorguluyor. 18 yaşına gelen her çocuğu yetimhane kapısına koyan Devlet Baba’nın nasıl kendi gibi bir nesil yetiştirdiğini, yetişen neslin nasıl o çocuklar için bir şey yapamaz hale geldiğini hatırlatıyor.

Kahramanların konuştuğu bol küfürlü ama içli dil gündelik hayatın başarılı bir kopyası. Muhtemelen onlar da öyle konuştular, öyle seviştiler, “neyiz biz” diye kitaptaki gibi defalarca sordular... Ancak anlatıcının dili, yalın gazeteci dili yaratma çabasıyla yavanlaşmış, öfkeden sürekli aynı anlamdaki kelimeleri kullanarak zaman kazanıyor hissi yaratan özensiz bir hal almış. Ali ile Ramazan’ın çok başka birileri olabilecekleri ihtimalini düşündükçe insan, Perihan Mağden’in kitap boyunca hakim öfkesine hak veriyor. Fakat bu öfke edebiyata –hatta anti-edebiyata da- yer yer can çekiştirmiş. Toplamı 50 satırı geçmeyecek gazete haberlerinden 160 sayfalık bir roman çıkmış çıkmasına ama kurgusundaki zayıflık, birbirlerine yakın anlamdaki cümlelerin ardarda kullanımı ve kolaya kaçılmış tekrarlar anlatımda ciddi gevşemelere yol açmış. Bu yüzden edebiyat, bu romanı ancak hoşgörüsüyle ağırlayabilir; o da Ali ile Ramazan gerçeğinin hatrına...

Ali ve Ramazan surdiplerinde, sokaklarda hala. Bakıp bir daha bakmadığımız taraflarda. Üçüncü sayfalara düşmemişler daha... Ötekileştirme zahmetine bile girilmiyor onlar söz konusu olduğunda... Görmezsek daha steril olur hayatımız. Konuşmazsak daha diri kalır basmakalıp ahlakımız. Yazınca ve okuyunca rahat edecektir  belki, İstanbul’un suçunu hepimize eşit pay eden ortak vicdanımız.

Yorumlar

Yorum Gönder


Bebce yerinde ve gercwk bir elestiri olmus iyi oldugu kadar kotusunude gostermemli o zaman yazar ilerleme kaydeder

41%
59%

Ali ile Ramazan romanının en göze batan yanı, karakterleri etkileyen, karakterleri harekete geçiren itkilerin zayıflığıdır.

-Ramazan kendisini satmaya başlıyor (Sf 64). Niçin bunu yapıyor? Müdürün kendisini taciz etmesinden iğrenen ve o sırada Ali ile “büyük bir aşk” yaşayan Ramazan, niçin kendisini satıyor? Yazar, kahramanın bunu yapması için hiçbir neden ortaya koymuyor. Okuyucu için geriye tek bir yanıt kalıyor: PM öyle istediği için…

-Ramazan’a en sadık arkadaşlarından biri olan Recep Ramazan’a ihanet ediyor. Neden ihanet ediyor? Bunu 123. sayfada anlıyoruz, daha doğrusu anlayamıyoruz. Çünkü tek bir cevap verilmiş: Kürt olduğu için. “Recep Kürtleştikçe Ramazan’dan nefret ediyor”.

-Nurşinöğretmen niçin Ramazan’la yatıyor? Bir romanda elbette bir karakter bunu yapabilir. Ancak karakter, yazar öyle istedi diye böyle davranamaz. Bir yazar bunun gerekçelerini ortaya koymak ve “bu davranışı karaktere yedirmek” zorundadır. Ramazan’ın eski öğretmeni Nurşin, tesadüfen yolda gördüğü eski öğrencisi ile birkaç saat içinde “hadi bi otel bulup yatalım” diyerek niçin yatar? Ama bu kitapta yazar, böyle “gereksiz” ayrıntılarla uğraşmıyor! Yazarın “mutlak” iradesi her karakterin üzerinde duruyor: yazar istiyor, zavallı Nurşinöğretmen ile zavallı Ramazan hemen bir otel buluyorlar! Sorun bununla kalsa iyi. Nurşinöğretmen niye var? Kitapta Nurşinöğretmen karakterinin işlevi nedir?

Bunun tek bir cevabı var: otel çıkışında Recep görsün ve Ali’ye söylesin de Ali Ramazan’ı bıçaklasın diye.

-Sayfa 112’de Ramazan bir partide hiç sevmediği ve hatta iğrendiği bir kızla yatıyor. Bunun nedeni kitapta şöyle açıklanıyor: “Yorgunluktan, şaşkınlıktan, tiksintiden, kusmaktan o kadar korkuyor ki: atlayıp üstüne kızın, düzüşmeye başlıyor.“

Burada gösterilen nedenle olayın sonucunun hiçbir ilişkisi yok. Kitap adeta “nedensiz hareket eden karakterler yığını” gibi.

Bu roman için, az önceki cümlede “karakter” sözcüğünü kullanmak ne kadar doğru gerçekten tartışılır. Çünkü karakter dendiğinde başarılı-başarısız, derin-sığ gibi sıfatlar bir yana her şeyden önce bir “içtutarlılık” anlaşılmalıdır. Roman karakteri, yazarın ağzından değil, kendi oluştukları nesnellik içerisinde konuşmak, yaşamak zorundadır. Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u durduk yere New York borsasına giremez. Yaban romanındaki Anadolu köylüsü, bir anda Puccini’den bir opera söyleyemez. Eğer böyle olursa, bunlar “karakter” olmaz, olsa olsa “yazarın kuklaları” olur. Roman kahramanlarının iç tutarlılığı, çok temel bir ilke olsa da Ali ile Ramazan romanında, bu temel ilkeye defalarca tecavüz edildiğini görüyoruz.

Bu romanda karakterlerin iç tutarlılığı diye bir kaygı yok. Karakter konuşmuyor çünkü, orada PM konuşuyor. Sanki karakterin içinde bir PM var! Kitapta sadece Ali ile Ramazan yok, PM de var.

-Romanın ana karakteri Ramazan: “Ulan ne borcum olabilir ki bana hiçbi halt ama hiçbi halt vermemiş buralara? Vatana yani? Varsa da borcumuz ödedik Vatan Caddesi’nde iyi kötü. “ diye konuşur (sf 66).

Ramazan karakteri böylesi bir devlet ve militarizm eleştirisini hangi bilinçle yapar?

Bu romanda da karakterlerin bilinciyle asla bağdaşmayan birkaç “askerlik karşıtı”, “devlet karşıtı” cümle, roman tekniğine uysa da uymasa da PM’nin bu tarzını sevenler için romana “bırakılmış“. “Vay be PM gene çakmış lafını” dedirtmek için roman kuralı ya da karakter tutarlılığı göz ardı edilebilir elbette! Bütün bunlar “sivri dilli keskin kalemli PM” imajını cilalamak için değilse niçin?

-Yetimhanede büyüyen 13 yaşındaki Ramazan, Ali’nin Arap Alevisi olduğunu duyunca:

“hadi lan Fellah! Bi Fellahımız eksikti” diye konuşur (sf 20).

Arap Alevilerini “fellah” olarak adlandırmak, herkesi bildiği ya da Ramazan karakterinin bilebileceği bir bilgi midir?

Roman karakterler bakımından bir basket maçı gibi: sanki sınırsız bir karakter girdirip çıkartma kontenjanı var. Ana iki karakter dışında en önemli karakter olan müdür bir karakter değil bir karikatür. “Ramazan niye eşcinsel oldu” sorusuna yanıt vermek için konulmuş. 160 sayfalık kitabın 60 .sayfasında PM tarafından “oyun dışı” ediliyor. “Nevinöğretmen” karakteri (PM, Nevin ve öğretmen sözcüklerini bitişik yazmayı tercih ediyor) bir kukla bile değil; kitaba sadece Ramazan’ı taciz etmek için bir sayfa sadece “1 sayfa” girip çıkıyor. PM dilinde yazacak olursak “bi taciz edip çıkıyor kitaptan”.

Bir zamanlar çok popüler olan Küçük Emrah filmlerindeki Nuri Alço ya da tecavüzcü Coşkun karakterlerinin bile bu kitapla karşılaştırıldığında anlatı içerisinde bir karakter derinliği vardır. Bu romanda bundan eser bulamıyoruz. “Nevinöğretmen” karakteri, niçin böyle davranıyor? Kitapta bununla ilgili bir tek sözcük, hiçbir neden yok. Okuyucu Ramazan’a acısın, Ramazan’ın niçin “bu yollara” düştüğünü anlasınlar diye mi?

Bazı karakterler kitaba “bi arkadaşa bakıp çıkmak” için girmişler sanki. Bu, bir romanda yapılacak bir şey değildir, ancak kukla gösterilerinde yapılabilir.

Kahramanları, yaşadıkları kültürel özgüllükleri içinde konuşturmak amacıyla romanda kullanılan argo dil, son derece sahte, çoğu kez kahramanların üzerinde eğreti duruyor. Bu romanda diyaloglar başarısız, çoğu yerde işlevsiz ve romanı ilerletmiyor,

Bir dilin yazar tarafından çeşitli şekillerde kullanılması mümkündür. Yazarlar, zaman zaman bu dilin olanaklarını zorlayabilir, o dilin kurallarının sınırlarında dolaşabilir. Peki yazara tanınan bu özgürlük olanağı, “karakterleri kendi özgüllüklerinde yaratmak” amacıyla sıradan sokak cümlelerine hayran olmamızı mı gerektirir? Ya da her gün sokakta, vapurda ya da liseli ergenlerin ağzında “dilimizin yeni olanakları” mı zorlanmaktadır? Üçüncü sınıf televizyon dizilerinde “Türkçe anlatımında yepyeni üslupçuluk örnekleri” mi konuşulmaktadır? Bunlara inanmalı mıyız? Kitaptan örnekler verelim:

-Sf 19: Habire zangırdayan dişlerinin sesi, Ramazan’ın sinirine gidiyor.

-Sf 20: …sorularıyla dittikçe, seviniyor.

-Sf 24: ”Çünkü Ramazan ne kadar güzel, ne kadar ışıklı bir herif olduğunun ta bebekliğinden beri farkında.”

-Sf 25: Karakoldaki polisler bayılıyorlar bembeyaz bir kundağa sarılı, durmadan gülücükler saçan pembe-beyaz bebeğe.

-Sf25: Güzelliği ve ışıltısı ta kundaktan beri hem şansı hem laneti Ramazan’ın.

-Sf 46: Acayip bir matematik kafası var. Acayip bir hafızası var.

-Sf 47: Acayip bir kadın Nevinöğretmen; sinirli mi sinirli….

-Sf 82: İbne değil onlar. Ne biçim aşıklar.

-Sf 83: Ali şahane yakışıklı, şahane sağlıklı bir genç adam olarak dönüyor askerden.

-Sf 144: Nasıl soğuk bir gün. Ama nasıl aydınlık bir gün!

-Sf 91: Offf oluyor Ramazan.

-Sf 66: Güzel çocuk olduğu için temel eğitimini tamamladığında İstanbul’da kalmasına karar veriliyor.

Sf 104: hiçbir işkolunda tecrübesi olmayan o yakışıklı mı kapı gibi oğlana iş yok.

Sf 106: “O kadar basit diil oğlum”u dayıyor Ramazan.

Sf 119: Bırrr oluyor.

Sf 151: Ramazan “Sahi diildir” oluyor.

Örnekler arttırılabilir ama bu kadarı, romanın dili hakkında yeterince fikir vermektedir.

“Offf olmak”, “bırrr olmak”, “şahane yakışıklı”… Bu romanda kullanılan dil, son derece bayağı ve kötü bir dildir.

Yapmacık bir argo dili, aralara “offf olmak”, “bırrr olmak”, “şahane yakışıklı” vs gibi son derece orijinal! ifadeleri serpiştirerek devrik cümlelerle kullandığınızda ne yazık ki ortaya bir üslup çıkmıyor. Bu romanın dili bir üslupsa, Türkiye’nin kahvelerinde, lise kantinlerinde, 3.sınıf televizyon dizilerinde, sabah programlarında onbinlerce “Türkçe üslupçusu” vardır!

Bu romanı okuyup son sayfayı bitirdiğimde ilk izlenimim şu oldu: Bu kitabın yazarı, yazdığı kitabı okumamış. Bu metin bir romandan çok, aklına gelen herşeyi kağıda döken bir yazarın aceleciliğinin ürünü bir “roman taslağı”nı andırıyor. Sanki hiçbir düzeltme yapılmamış, sanki bir daha hiç okunmadan piyasaya sürülmüş. Bu roman bir kez okunsa, içinde böyle cümleler olabilir miydi?

-Sf 24 “çok matrak bir başlangıçmış anlattığı gibi kıs kıs gülüyor.”

Bir editörün bu cümleyi, “anlattığı, çok matrak bir başlangıçmış gibi kıs kıs gülüyor.” olarak düzeltmesi gerekmez miydi?

-Sf 25: “Polisler karakola yakın, arada bir gider görürüz diye Darülaceze’nin bebekler koğuşuna teslim ediyorlar isim babalığını da imamın karısının telkinleriyle yaptıkları güzel bebeği.”

-Sf 47 : “Ramazan’ın ne okulu ne onu ne de hiçbir şeyi takmadığının gayet iyi farkında. “

-Sf 68: “Canı yanmıyor bi kere tiner çekince. Ne içerden ne dışardan yanmıyor.”

-Sf 63: “Müdür’ün müdavimi, on üç yaşında bir oğlan çocuğunu kapanışa kadar yamacında oturtabilecek kadar hatırlı bir müşterisi olduğu, yetimhanenin tam karşısındaki meyhanedeki o geceleri; son görüşleri oluyor birbirlerini.”

Yoksa bu çok basit anlatım bozuklukları, “üslupçuluk” ya da “avangard bir dil denemesi” de bizler mi anlamıyoruz? “Ne… ne…” gibi artık üniversite sınavlarında bile anlatım bozukluğu sorularının klişesi olmuş, bilindik dil kuralları, PM için geçerli değil mi? Cümlenin doğrusunun “ne içerden ne dışardan yanıyor” olduğunu bir yazara hatırlatmak mı gerekiyor? Bir roman yazarının, dili bu kadar özensiz bu kadar kötü kullanmaya hakkı var mıdır?

Bu kitap hakkında yazılacak daha çok şey var ama bu yazıda, romanda çok göze çarpan konular ele alınmıştır. Dili son derece özensiz, birçok anlatım bozukluğu ve dil yanlışı içeren, adeta yazarın kuklaları olan sığ “karakter”lerin yazarın keyfince hiçbir gerekçe göstermeksizin “takıldıkları” bir roman Ali ile Ramazan…
http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1285

45%
55%

ağır bir eleştiri olmuş bence.ben romanı çok beğendim.yazarın diğer romanlarıda çok sağlam.tavsiye ederim..

58%
42%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.